Toplum sağlığını tehdit eden bir salgınla vermeye devam ettiğimiz mücadele ve pandemi sürecinin yönetilişi bizlere Çernobil’deki kazanın ardından yaşananları hatırlatarak sorgulayan, bilime güvenen bireyler olmamız gerektiğini yeniden öğretti.
Bu yazımızda ODTÜ’den Geçenler: Aykut Kence’de kısaca bahsettiğimiz ODTÜ Raporu’nu; Çernobil, Türkiye’ye etkileri ve sürecin yönetilişi ile daha geniş bir pencereden sizlere sunacağız. 

26 Nisan 1986’da SSCB’ye bağlı Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Pripyat kentine yakın konumlanmış Çernobil Nükleer Santrali’nde, Uluslararası Nükleer Olay Ölçeği’ne göre 7 oranla bugüne kadar bilinen en büyük nükleer kaza meydana geldi. 4 numaralı reaktörde gerçekleştirilen test sırasında gücün kontrol edilememesi ve bu kontrolden çıkmanın aniden gerçekleşmesiyle acil durum çağrısına rağmen felaket engellenemedi. Gerçekleşen bir dizi tepkime sonucunda çıkan yangın atmosfere yükseldi.


Kazada resmi olarak 31 kişi hayatını kaybetse de radyasyonun geniş ölçekteki etkileri göz önüne alındığında daha ağır sonuçları olmuştu. Belarus, Rusya ve Ukrayna’nın kirlenmiş bölgelerinden 14 yıl içinde 350.400 kişi tahliye edilirken Belarus resmi verilere göre %60’lık oranla serpintinin en çok etkilediği yer oldu. Kaza nedeniyle yıllar içinde on binlerce kişinin kansere yakalandığı farklı kurumların araştırmaları sonucunda açıklanmıştı. Kaza elbette çevreyi de etkilemiş, tarım alanlarının ve ülkedeki ormanların azımsanmayacak miktarda radyoaktif kirlenmeye maruz kaldığı görülmüştü. 

Karadeniz üzerinden Türkiye’ye de ulaşan nükleer serpinti bulutu en çok Karadeniz’in doğusunu etkiledi. Kaza tüm dünyanın gündemine oturdu. Kazanın etkileri ve bu etkilere karşı alınabilecek önlemler tartışılmaya başlandı. Özellikle Avrupa ülkeleri bazı besinlerin tüketilmemesi, dış ortamla temasın azaltılması, hijyenin arttırılması, ithalatı durdurma gibi önlemler almaya başladı. Tabii, önlemlerin çeşitliliği ve uygulanışı radyasyondan etkilenme oranları aynı olmadığından farklılık gösteriyordu.

Türkiye’de TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) tarafından ölçümler başlatılmıştı ve TAEK’in 3 Mayıs 1986’da TRT ve Anadolu Ajansı üzerinden yapılan kamuoyu açıklamasına göre halkın yağmur altında kalmaması, çamurlanan ayakkabı ve elbiselerin su ile yıkanması, sebze ve meyvelerin bol su ile yıkanarak tüketilmesi tavsiyeleri verilmişti. Ardından 26 Mayıs 1986’da Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi kuruldu. 

Ülkemizde sıkça tüketilen fındıkta ve çayda tıpkı endişelenildiği gibi radyoaktif kirlenme tespit edilmişti. Almanya ve İngiltere, Türkiye’den fındık alımını durdurduğunda gündeme yine ticari kaygılar oturmuştu ve gazetelerde “Köylüler radyasyondan bıktı!” manşetleri yer almaya başlamıştı. Fındığa el konulmasına rağmen Fiskobirlik fındık alımına devam ediyordu ancak Fiskobirlik, satışları arzu edilene ulaşamayınca fabrikaların çalışması da durmak zorunda kaldı. Çoğunluğu 1989-1990 yıllarında devlet okullarında ücretsiz olarak dağıtılan Fiskobirlik fındıklarının o dönemde ihraç edilemeyen fındıklar olduğu iddiası ise halen bizleri ürpertiyor. 

Hollanda’nın da çaydaki radyoaktif kirlenmeyi tespit etmesi ve Türkiye’den çay almayı engellemesiyle çayların tüketilebilir durumda olanlarının uygun alanlarda depolanmasına karar verildi. Bazı kaynaklarda piyasadan toplatılan 145 bin ton kirlenmiş çayın önceki yıldan kalan 55 bin ton çayla karıştırılarak yeniden piyasaya sürüldüğü ve bu fikrin radyasyon oranını azaltmak amacıyla öne atıldığı belirtiliyor.

Çayda radyasyon tartışmaları gündemi meşgul etmeye devam ederken Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den “Vücudumuz her şeye alışmış. Bize radyasyondan madyasyondan bir şey olmaz.” ve Başbakan Turgut Özal’dan “Korkmadan çay içilebilir. Radyasyonlu çay lezzetli oluyor.” şeklinde oldukça şaşırtıcı açıklamalar gelmişti. 

Durumun benzer bir örneği ise Çernobil döneminin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral’dı. Tartışmalar karşısında tepkisi uzun süre konuşulacak ve yıllar sonra özür dilemesine sebep olacaktı. Çayların radyasyondan etkilenmediğini ispat etmek için kameraların karşısında “Karadeniz’e bir damla mürekkep düştü diye Karadeniz kirlenir mi?’ Radyoaktif çay daha lezzetlidir. Rusya’dan iyi bir şey gelmez. Ya komünizm, ya radyasyon.” sözleriyle çay içti.

Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral

Aral’ın 18 Aralık 1992 tarihli Milliyet gazetesindeki sözleri ise şöyle: “Türkiye’nin radyasyona maruz kaldığını öğrendik; ama artık çok geç kalınmıştı. Halbuki olaydan yarım saat sonra alarm verilip tedbirler alınması gerekirdi. Olaydan 33 gün sonra kurulan bir komitenin başına geçtim. Raporlar geldikçe ‘Eyvah, felaket!’ diyorduk. Heyecanlanıp üzülüyorduk. Ama benim yapabileceğim bir şey yoktu. Elimizde imkân yoktu. Bunun sorumlusu da hükümettir.” 

Peki, gerçekten raporlar geldikçe ‘Eyvah, felaket!’ deniliyor muydu? Dönemin baskın kaygısı halk sağlığı mıydı yoksa maddiyat mı? 

ODTÜ Raporu

Çernobil Kazası’nın etkileri ve halkın bu konudaki kaygısı Türkiye gündeminde sık sık yer alıyordu ve dönemin yöneticileri halkı bu kaygıdan kurtaracağını düşündükleri açıklamalar yapıyorlardı. Detaylarını ‘Tartışmaların Odağında Bir Kurum: YÖK’ yazımızda da öğrendiğimiz üzere Türkiye’de darbenin ve yönetimdeki değişimlerin ardından yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek ve bu çerçevede diğer amaçlarla 6 Kasım 1981’de Yükseköğretim Kurulu kurulmuştu.  Başkanı İhsan Doğramacı olan YÖK’ün kurulmasından sonra ise ODTÜ’ye rektör olarak -adını yazımızın ilerleyen bölümlerinde yineleyeceğimiz- Prof. Dr. Mehmet Gönlübol’un atandığını belirtelim. Nükleer kazanın gerçekleştiği ve tartışılmaya devam edildiği 1986-87 yıllarında kazadan birkaç ay sonra, Ağustos 1986’da, YÖK; üniversitelere gönderilen bir yazıyla konuyla ilgili yetkilinin Radyasyon Güvenliği Komitesi olduğunu vurgulayarak, araştırmalarla ilgili bir yasak getirmişti. YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın bu konuda 27 Aralık 1992’de -Cahit Aral’ın 1992’deki özründen hemen sonra- yine Milliyet’te Cahit Aral’ın kendisi hakkındaki imasıyla ilgili “Emre uydum.” dediğini görüyoruz.

YÖK’ün açıklamasına rağmen; Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kimya Bölümü’nden İnci Gökmen, Ali Gökmen, Olcay Birgül ve Biyoloji Bölümü’nden Aykut Kence’nin çalışmalarının sonucunda bir ODTÜ Raporu hazırlandı.                                                                   

Prof. Dr. İnci Gökmen

İnci Gökmen; Çernobil, Chernobyl, dizisinin gündemde olduğu 11 Haziran 2019 tarihinde ‘Haberin Var Mı?’ isimli bir televizyon programında Çernobil sonrası yaşananlardan ve ODTÜ Raporu’ndan bahsediyor:
“Almanya’ya bir gazeteci çay örnekleri yolladı. […] Almanya’ya giden çay örneklerinin radyoaktif olduğu bilgisi gazetede çıktı. Çayın içinde radyoaktivite olduğu kesinleşince şöyle bir savla ortaya çıktılar: ‘Çayda radyoaktivite var fakat deme geçmiyor.’ Böyle bir şey mümkün değil, çok ufak kimya bilgisi olan birisi sezyumun ne ölçüde suda çözündüğünü bilir. Hiç inandırıcı gelmedi. İlk yaptığımız deney -kuru çay örneklerini ölçmenin yanı sıra- çayın nemine ne kadar radyoaktivite geçtiğini tespit etmek oldu. %65-68 oranında radyoaktivitenin çayın nemine geçtiğini gördük ve onun üzerine bir rapor hazırladık. Ancak o tarihten önce kurulan Radyasyon Güvenliği Komitesi vardı ve onun da Ağustos ayında üniversitelere yolladığı bir yazı vardı: Bu tür ölçümleri işbirliği ile yapın ve sonuçları da sadece Radyasyon Güvenliği Komitesi bilgisi dahilinde olmalı -yani bunları açıklamayın- şeklinde. Bütün üniversitelere gitti bu yazı, tabii; caydırıcı da oldu.” 

16 Ocak 1987’de ODTÜ Rektörlüğüne sunulan rapor, 27 Ocak 1987’de “Başbakanlığın Yasakladığı ODTÜ Raporunu Açıklıyoruz, ÇAY’A YENİ ALARM” başlığı ile Hürriyet’e manşet olmuştu. Raporda yapılan ölçümler sonucunda radyasyonlu çayın tüketiminin yasaklanması, hamile kadınlar ve çocukların çay tüketimi konusunda uyarılması, temiz çay ve kirlenmiş çayların harmanının durdurulması, çayın sıcak suyla durulanmasının kirliliği azaltabileceği ihtimali gibi alınması gereken birkaç önlem sunulmuştu.

Raporda tüm bu önerilere rağmen yetkililerin insanları kirlilik oranı hakkında bilgilendirmeden çay tüketimine cesaretlendirdiğinden de bahsedilmiş, bahsedilen önlemlerin alınmasının önemi ise Türkiye’deki akraba evliliklerinin sıklığı sebebiyle gerçekleşebilecek genetik mutasyonların popülasyonlarda daha hızlı görülebilecek olması ve Batı ülkelerinin çoğuna kıyasla sahip olduğu yüksek büyüme oranına sahip popülasyonu yüzünden Türkiye’de beklenen risklerin de daha yüksek olması olmak üzere iki ana maddede özetlenmişti. 

Diğer yandan ise dönemin TAEK Başkanı Ahmed Yüksel Özemre’nin sözleriyle raporda imzası olan bilim insanlarının radyasyondan korunma konusunda tartışılabilecek uzmanlar olmayışı ve raporda yer alan “…sadece çaydan alınacak radyasyon bile gelecek nesillerde birçok çocuğun ölü ve sakat doğmasına sebep olacaktır.” ifadesi karşıt argümanlarının temeline oturdu. Bahsedilen bu ifadenin halkın endişesini arttırdığı ve bazı hamileliklerin kürtaj yoluyla sonlandırılmak istendiği savı yüzünden ODTÜ Raporu ”çocuk cellatlarının keselerine bilmeden katkıda bulunacak talihsiz bir spekülasyon” olarak değerlendirildi. Burada Özemre’nin kitabında ”öcü” olarak bahsettiği radyasyon ile ilgili deneylere dayalı ölçüm yaparak yayınlanan bu raporu ”bilimsel hiç ama hiçbir dayanağı olmayan bir tez ihtiva eden” bir rapor olarak tanımlandığından da bahsedelim. 

ODTÜ Raporu’nun Hürriyet’e manşet olmasından sonra Özemre, ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Gönlübol’u arayarak kendisine göndereceği yazının ODTÜ’ye değil, rapordan sorumlu bilim insanlarına karşı bir tepki olduğu bildirdi. Yazısında raporda bilimsellik açısından takıldığı noktalardan bahsetmiş ve “Bilimsellik kisvesi altında, bilimi kamuoyunu tedirgin etmeye […] vâsıta kılmak […] hâmile kadınlarda panik yaratabilecek ve pek çok bebeğin doğmadan katline vesile teşkil edebilecektir. Bu davranış, bu raporu kalem almış bilim adamlarına şeref vermediği gibi ODTÜ için de fevkalâde büyük bir talihsizlik teşkil etmektedir.” sözleriyle bitirmiştir. Sözlerinin, ODTÜ Rektörü’nü arayarak ilettiğinin aksine hem rapordan sorumlu bilim insanlarına hem de ODTÜ’ye karşı bir tepki hatta hakaret içerdiğini görüyoruz. Bu sebepten kendisine karşı hakaret davası açılmış ve davayı kaybetmiştir. 

Bir eleştiriyi de “Dinine, imanına inanan radyasyon var demez. Radyasyon haberlerinin büyütülmesi yüzünden turizmimiz de ticaretimiz de aksadı.” sözleriyle alan Cahit Aral ise, raporun sorumluları ve TAEK’teki yetkililerin tarafsız bir şekilde tartışmalarını ve anlaşmalarını istedi. Özemre ve TAEK Radyasyon Sağlığı ve Güvenliği Dairesi (RGD) Başkanı Özer Özerden, Cahit Aral’a bu isteğe TAEK yetkililerince muhalefet edildiğini bildirdi ve bu konuda belli başlı sebepler sıraladı:
Radyasyon konusunda otorite olan ve hizmetini başka bir amaç gütmeden vicdan ve ilimle yapan tek kurumun TAEK olması,
Basının hamilelerde panik yaratacak ve ilimle alakası olmayan bir iddia öneri sürüyor olması,
ODTÜ Raporu’nun ODTÜ’ye değil, rapordan sorumlu 3 doçente mal edilecek olması ve bu 3 doçenti TAEK ile aynı konuma koymanın uygun olmaması.

Cahit Aral’ın tavrı ve Özemre ile Özerden’in kişisel görüşmelerinin ardından toplantının yapılması kararlaştırıldı. 13 Şubat 1987’de Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde (ÇNAEM), TAEK ve ODTÜ Raporu taraflarının da olduğu bir toplantı yapıldı. Bu toplantıyı İnci Gökmen “Biz sanıyorduk ki deneyleri tekrarlayacağız. Öyle bir şey yok, gittiğimizde onu gördük. Orada bizim raporumuzu boşa çıkartacak başka bir raporu imzalamamız üzerine ikna toplantısı olduğunu gördük. Kabul etmemiz mümkün değildi, toplantıdan ayrıldık.” şeklinde özetliyor.

Toplantının ardından 15 Şubat 1987’de TAEK bir basın açıklaması yaparak TAEK laboratuvarlarının niteliğini, ODTÜ Raporu’nda belirtilen bilimsel hataların yazarlar tarafından da kabul edildiğini ve vatandaşların TAEK dışındaki spekülasyonlara inanmaması gerektiğini belirtti. Buna karşılık raporda bahsedilen ölçümlerin doğru olduğunun ortaya çıktığı belirtilen kaynaklar olsa da nihayetinde açıklama şu iki cümleyle sonlandırıldı:
“Türkiye’de Çernobil Nükleer Kazâsı’ndan sonra halka intikal etmiş ve etmekte olan bütün gıdâ maddeleri radyasyon sağlığı açısından hiçbir mahzur teşkil etmemektedir. Özellikle hâmile vatandaşlarımız, bu konudaki spekülâsyonlara aldanarak, hâmileliklerini sona erdirmeye kesinlikle tevessül etmemelidirler.”

Gelişmelerin sonrasında Olcay Birgül, Karadeniz yolunda bir trafik kazası sebebiyle yaşamını yitirdi. Türkiye Ekopatoloji Dergisi’nde Olcay Birgül’ün raporda çok katkısı olduğunu anlatan İnci Gökmen, anısına kurdukları Olcay Birgül Eğitim Vakfı’nda öğrencilere burs verdiklerini, vakfı Ankara’da bir bilim merkezi haline getirmeyi amaçladıklarını ve Özemre’den alınacak paranın vakfa bırakılacağını belirtmiştir. 

Burada hem geçmişte kamuoyunu hem de şu an okurlarımızı endişelendirdiğini düşündüğümüz bazı konular TBMM’de de masaya yatırılmış ve Çernobil’in ardından Türkiye’nin nasıl etkilendiğini araştırmak için bir komisyon kurulmuştu. Komisyonun raporunda sağlık riski yaratacak kadar radyasyona maruz kalınmadığı ve buna ilişkin endişelerin kanser istatistiklerinin yetersizliğinden kaynaklandığı belirtilmişti. Ayrıca raporda radyasyondan korunma yöntemlerinin Trakya’da uygulanırken Doğu Karadeniz’de uygulanmadığı, o bölgedeki halkın ise bilinçlendirilmediğinden bahsedilmişti. Bu “talihsiz” gerçeği Özemre’nin özür dileyişinin hemen ardından yine Milliyet’e konuşan 1986-87 yıllarının Çay-Kur Genel Müdürü Tuncer Ergüven’den ise şöyle dinliyoruz: “1993’te Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde (KTÜ) bir sempozyum gerçekleştirildi. Küçükçekmece Nükleer Araştırma’dan bir arkadaş çıktı, ‘İlk defa açıklıyorum ama devlet biliyor’ diyerek elindeki belgeleri gösterdi. Biz kamu görevlisi olmamıza rağmen ilk defa orada öğrendik. […] Bütün Karadeniz kirli, ama bazı bölgelerde kirlilik çok üst seviyede. Dolayısıyla bu bölgedeki insanlar sadece içtiği çaydan değil lahanadan, sütten, yürürken çamurdan etkilendi. Ben ‘Niye açıklamadınız?’ dedim. Ahmet Bey, ‘Bakan açıklattırmadı.’ dedi. Biz de ‘O zaman hükümet burada suçlu.’ dedik. Neden? Aynı hükümet Edirne’de Trakya’da birtakım önlemler aldı, bazı hayvanları da itlaf etti. Edirne’de söylüyorsun, burada niye söylemiyorsun? Turizmde infial olurmuş, Karadeniz’e kaç turist geliyordu ki o zaman?”

Halk sağlığı ve çevre duyarlılığı söz konusu olduğunda bugün izlenen yanlış politikaların farkında olduğumuz gibi bunun geçmiş örneklerinin de farkındayız. Manevi değerler üzerinden kitlelere baskı uygulamanın, ticaret ve turizmi sağlığın önüne koymanın kesinlikle yapılmaması gerektiğini söyleyebiliriz. Neyin yapılması gerektiğini belirtmek ise eleştirdiğimiz zihniyetin bir ürünü olacaktır çünkü İnci Gökmen’in de dediği gibi: “Tek yapılması gereken bilime güvenmektir.”.

KAYNAKÇA

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz