Ana Sayfa Blog

Üniversitelerde LGBT+ Öğrencilere Yönelik Gerçekleştirilen Ayrımcılıklar, Vaka Araştırması: ODTÜ*

0

ODTÜ Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları yüksek lisans öğrencisi ve bağımsız trans eylemci Murat Korkmaz’ın ODTÜ örnek vakası üzerinden Türkiye’deki Üniversitelerde LGBT+ Öğrencilere Yönelik Gerçekleştirilen Ayrımcılıklar adlı çalışması yayımlandı.

LGBTİ+ mücadelesi içinde bulunan bağımsız ve bireysel bir mücadele yürüten trans eylemci Murat Korkmaz’ın Türkiye’deki Üniversitelerde LGBT+ Öğrencilere Yönelik Gerçekleştirilen Ayrımcılıklar çalışması geçtiğimiz şubat ayında yayımlandı. ODTÜ Psikoloji bölümünden lisansını alan Korkmaz, şuan ODTÜ Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları alanında yüksek lisansına devam ediyor. Avrupa Birliği Sivil Düşün programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile yayımlanan çalışma, 2016-2017 akademik yılı içerisinde, örnek vaka Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki LGBT+ öğrencilere yönelik gerçekleştirilen ayrımcılıkların tespit edilmesini hedefliyor.

En büyük sorun: Üniversite Yönetimi

Korkmaz, 2016-2017 yılında ODTÜ’lülerin LGBTİ+ Mücadelesi anlamında LGBTİ+ Topluluğu’nun resmiyeti ve Cinsiyetsiz Tuvalet konusunda ciddi deneyimler elde edildiğini ve bu iki kritik olayın çalışmanın motivasyonunu oluşturduğunu ifade ediyor:
‘’ Bu iki konu özelinde üniversite yönetiminden gördüğümüz çok net bir tavır vardı. Dikkate alınmıyorduk, dikkate alınmak için çok ciddi çabalar sarf etmemiz, protestolar yapmamız gerekiyordu. Bunların sonucunda ise oyalama ve verilen sözlerin tutulmayışı ile karşı karşıya kalıyorduk. Bu taleplerde yüzlerce öğrencinin desteği (dilekçe yolu ile) söz konusu olmasına rağmen. Genel olarak bu süreçler ODTÜ’de okuyan LGBTİ+ öğrencilerin ciddi anlamda zamanını tüketen ve bizleri yıprattığını düşündüğüm süreçlerdi. Yılın ikinci yarısında yaklaşık 4 ay süren Cinsiyetsiz Tuvalet için verdiğimiz bir mücadele söz konusuydu. Bu süreçte üniversite yönetimi ile yaşadığımız sorunlara ek olarak, sosyal medya üzerinden çok ciddi saldırılara maruz kaldık. Bu saldırıların failleri arasında ODTÜ’de okuyan öğrenciler de vardı. Yani, kampüste yapısal değişiklikler için atmaya çalıştığımız adımlar çok ciddi engellemelerle ve yıldırma politikalarıyla karşı karşıyaydı. ‘’

Ek olarak trans/ nonbinary kimliğiyle açık bir şekilde kampüste var olmaya başlamasının ardından çok fazla ayrımcılığa uğradığını belirten Korkmaz, çalışmayı yapmasının bir diğer etkisinin de bu olduğunu söylüyor:

‘’2015 ve 2016 yılları benim cinsiyet kimliğim ve ifadem konusunda kendimce netleştiğim, en azından ne olmadığım konusunda, “radikal” kararlar aldığım bir yıldı. Trans/Nonbinary kimliğim ile performatif anlamda da açık bir şekilde kampüste var olmaya başlamıştım. Bu var olma çabaları benim ODTÜ’deki eğitim hayatım süresince o zamana kadar karşılaştığım en yoğun ayrımcılıkları da beraberinde getirdi. Kütüphaneden, çimlere, personellere, öğretim üyelerine, akademik çalışmalara, ders içeriklerine kadar, taciz edilmediğim, erkek atanmadığım, trans kimliğimi beyan etmeme rağmen, ki beyan etmek zorunluluğum olmamalı, bir gün yaşanmaz olmuştu.’’

Özgürlükçü ODTÜ’de LGBTİ+lar ne kadar ‘’özgür’’ ?

Sürece dahil olmuş insanlarla birlikte kendi yaşadıklarını da raporlarmaya başlayan Korkmaz’ın bir yandan da Akışkan Sayfalar ile LGBTİ+ların kendilerini geliştirmesini, ilerlemesini ve üretmeyi hedefleyen bir çalışması daha bulunuyor.
‘’İnsanların, “siz ODTÜ’de özgürsünüz” dediği ODTÜ’de LGBTİ+lar gerçekten gizlenmek zorunda hissetmiyor muydu? Bunları görmek, gösterebilmek istedim. Yaşadıklarımızın bireysel deneyimler olmasıyla birlikte aslında bir noktada ne kadar sistematik ve yapısal olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Bu somut gerçeklikle birlikte ise bu konuya yönelik iletişim kanalları açık olan öğretim üyeleri ve idari personellerle bağlantılar kurarak üniversite yönetiminden ve okulun tüm öğrencilerinden sorunlara yönelik değişim talep edebilecektik. Yaşanan sorunları gösteren, kanıtlayan bir çalışma olacaktı çünkü elimizde.’’

Bilinen 138 Ayrımcılık Vakası

Çalışmada yer alan katılımcıların 25’i LGBTİ+ olduğunu belirtirken, 43’ü LGBTİ+ olmadığını, 7’si belirtmek istemediğini, 3’ü ise diğer seçeneğini işaretlemiştir. Toplamda 78 katılımcının 12’siyle mülakat yapılmış, 66’sı ile de internet üzerinden anket uygulanmıştır. Katılımcılardan elde edilen bulgulara göre ODTÜ’de toplamda bilinen 138 cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık vakası bulunmaktadır. Vaka biçimlerinin sınıflandırılması ise şu şekilde: Nefret Söylemi, yapısal LGBT+fobi, olumsuz bakış, alaycı tavır & gülüşme, işaret ederek gösterme, fotoğraf & video çekme, sözlü taciz & hakaret, tehdit, vücut bütünlüğüne zarar verme.


‘’Trans kimliğimin kadın ve erkek kimliklerinden birine sıkıştırılmasını istemiyorum.’’

Yaptığı çalışmada gördüğü eksikliklere rağmen böyle bir raporlama çalışmasından umutlu olduğunu söyleyen Korkmaz, çalışmanın yayımlanmasında destek sağlayan Sivil Düşün’e de teşekkür etmeyi unutmuyor. Transların her alanda reddedilmesine karşın bu desteğin çok anlamlı olduğunu, bağımsız mücadele yürüten ve çalışmalar yapan biri olarak motivasyonunu geri kazanma adına katkılarının kıymetli olduğunu vurguluyor ve şöyle ekliyor:
‘’Öncelikle ben bu ülkenin bir vatandaşı olarak, bir ODTÜ mezunu olarak, bir ODTÜ yüksek lisans öğrencisi olarak trans kimliğimin natrans kadın ve erkek kimliklerinden birine sıkıştırılarak öğütülmesini istemiyorum. Ayrımcılıkların sonlandırılmasının yanında gerçek bir tanınma istiyorum. Bu anlamda taleplerimi oluşturmaya devam edeceğimi, mevcut taleplerimin takibini sürdüreceğimi de bildirmem gerekiyor.
Son olarak ve en önemlisi umarım LGBTİ+lar olarak kendimizi eğitip geliştirmemizin önüne geçen bu ve benzeri birçok ayrımcılık temelli engeli en kolay şekilde atlatır ve güvenli ortamlar oluşturabiliriz kendimize. ‘’

*Bu yazı Eda Yılmaz'ın  www.pembehayat.org sitesindeki yazısından alıntılanmıştır.
Çalışmanın PDF’ine ulaşmak için tıklayınız.
 

ODTÜ’de 31 Mart 2019 Yerel Seçim Sonuçları

0

Bugün Türkiye genelinde olduğu gibi ODTÜ’de de seçim heyecanı vardı. Oy kullanma işlemi Doğu Yurtlar bölgesinde bulunan 1, 2, 3, 4, ve 5. Yurtlarda yapıldı. ODTÜ’lü seçmenler 4536, 4537, 4538, 4539, 4540, 4541 ve 4542 numaralı 7 sandıkta oylarını kullandı. Ayrıca yurtlarda kalan öğrencilerin bir kısmı ikametgahlarını ODTÜ yerleşkesine alıp, okul içerisinde oy kullanmak için 17 Ocak’a kadar ilgili Nüfus Müdürlüklerine başvurularını tamamlamıştı. Sabah 08:00’da başlayan oy kullanma işlemi akşam 17:00’da son buldu. Sayımların tamamlanmasıyla birlikte gelen Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Çankaya Belediyesi için sonuçlar ise şu şekilde :

ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ

4536.sandık; 246 CHP, 7 AKP, 7 TKP, 1 BTP ve 4 geçersiz oy

4537.sandık; 249 CHP, 15 AKP, 3 TKP, 1 BTP ve 2 geçersiz oy

4538.sandık; 245 CHP, 10 AKP, 2 TKP, 3 Saadet Partisi, 4 Vatan Partisi, 1 DSP  ve 3 geçersiz oy

4539.sandık;  247 CHP, 10 AKP, 3 TKP, 2 Saadet Partisi, 4 geçersiz oy

4540.sandık; 264 CHP, 13 AKP, 5 TKP, 1 Vatan Partisi

4541.sandık; 250 CHP, 5 AKP, 6 TKP, 2 Saadet Partisi, 1 Vatan Partisi ve 1 geçersiz oy

4542.sandık; 238 CHP, 15 AKP, 7 TKP, 2 Saadet Partisi, 6 geçersiz oy

ÇANKAYA BELEDİYEDİYESİ

4536.sandık; 230 CHP, 15 HDP, 7 AKP, 1 Saadet Partisi, 1 Vatan Partisi, 1 BBP, 1 DP ve 9 geçersiz oy

4537.sandık; 220 CHP, 25 HDP, 15 AKP, 1 Saadet Partisi, 1 BTP, 1 BBP  ve 5 geçersiz oy

4538.sandık; 237 CHP, 11 HDP, 9 AKP, 4 Saadet Partisi, 4 Vatan Partisi ve 2 geçersiz oy

4539.sandık; 226 CHP, 15 HDP, 12 AKP, 6 Saadet Partisi, 1 BBP ve 6 geçersiz oy

4540.sandık; 255 CHP, 13 HDP, 12 AKP, 1 Vatan Partisi, 1 BTP, 1 BBP  ve 1 geçersiz oy

4541.sandık; 236 CHP, 13 HDP, 7 AKP, 2 Saadet Partisi, 1 Vatan Partisi ve 6 geçersiz oy

4542.sandık; 224 CHP, 16 HDP, 13 AKP, 3 Saadet Partisi, 1 Vatan Partisi, 1 BBP, 1 DP ve 8 geçersiz oy

Sonuçlara bakıldığında Ankara Büyükşehir Belediyesi adayları arasından CHP adayı olan Mansur Yavaş toplam 1739 oyla ilk sıraya adını yazdırdı. Yavaş’ı 75 oyla AKP adayı Mehmet Özhaseki ve 33 oyla TKP adayı Fatma Korur takip ediyor. Çankaya Belediyesi’nde ise 1628 oyla CHP adayı Alper Taşdelen ilk sırada. Taşdelen’i 108 oyla HDP adayı Filiz Kerestecioğlu ve 75 oyla AKP adayı Amber Türkmen takip ediyor. Toplamda Ankara Büyükşehir Belediyesi başkanlığı için 1885 oy, Çankaya Belediyesi başkanlığı için 1882 oy kullanıldı. Toplam sayılardaki geçersiz oy sayısı fazlalığı ise dikkat çekti. Ankara Büyükşehir Belediyesi başkanlığı için 20, Çankaya Belediyesi başkanlığı için ise 37 geçersiz oy bulunmakta. Boş oy atılması ve mühürlerin taşırılması, geçersiz oyların nedenleri olarak belirtildi.. ODTÜ bütün seçimlerde olduğu gibi bu seçimlerde de sorunsuz bir gün yaşadı.

8 Mart Ne Değildir?

0

8 Mart 1857 tarihinde New York’ta tekstil fabrikasında çalışan kadın işçiler, daha iyi çalışma şartlarına sahip olabilmek için greve başladı. Polisin bu emekçi kadınlara saldırması ve onları fabrikaya kilitlemesi sonrasında, çıkan yangında 129 kadın hayatını kaybetti.

Bu olaydan sonra 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Kopenhag kentinde gerçekleşen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı sırasında Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart’ta ölen işçiler anısına bu günün Dünya Kadınlar Günü olarak anılmasını önerdi. Önerinin oy birliği ile kabul edilmesiyle 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmaya başlandı.

Özetle 8 Mart aslında hediyeleşme fikri üzerine kurulu kapitalist bir kutlama günü değil, tersine bu düzene karşı duranların yaşadıklarını anma ve bunlardan ders çıkarma günüdür.

Alınamayan Önlemler

0

26 Şubat 2019 saat 18.30 sularında, kampüs içinde devam eden asfalt çalışmaları doğrultusunda, arkasına yol silindiri bağlı bir hafriyat kamyonu ODTÜ A4 kapısından giriş yapmak istedi. Bu hafriyat kamyonunun İç Hizmetler ile yapılan telefon görüşmesi sonrasında alınan yeni kararla ağır vasıta araçların girişine izin verilmeyen A4 kapısından geçişine izin verildi.

5 Mart 2019 saat 10.30 sularında, arkasına yüklenen demir direkler kasaya sığmayınca arka kapakları iple bağlanan, ODTÜ İdari Birimler stickerına sahip bir kamyonet A1 kapısından giriş yaptı.


6 Mart 2019 saat 12.30 suları ODTÜ Hazırlık yokuşunda, arkasındaki araçların uyarı kornalarına aldırış etmeden yoluna devam eden, arka kapağı açık bir kamyonet görüldü. Hangi kapıdan giriş yaptığı henüz net olarak bilinmeyen aynı kamyonetin, Batı Yurtlar bölgesinde de kaldırım tarafındaki arka kapağı açık bir şekilde seyir halinde olduğunu gören öğrenciler oldu.


Yaşanan bu olaylardan sonra İç Hizmetler ile yaptığımız görüşmede; hafriyat kamyonu, kamyonet ve bütün ağır vasıta araçların giriş için A7 kapısına yönlendirildiği, bu tarz araçların diğer A1 ve A4 kapılarından girişlerinin yasak olduğu, ayrıca 6 Mart’taki olayda eğer bir ihmal varsa gerekli bütün işlemleri yapmak için araştırmalarının devam ettiği bizlere aktarıldı. Olaya tanıklık eden bir arkadaşımız ise olay sonrasında ODTÜ Rektörü Verşan KÖK’ e durumu anlatan bir mail attığını, mailine kısa süre içinde dönen KÖK’ ün olayla ilgileneceklerini söylediğini bizimle paylaştı. Ayrıca Rektör Verşan KÖK’ ün, olaylardan rahatsızlık duyan bir başka arkadaşımızın attığı mailini ise, ‘‘Dün ve bugünkü 2 aracı görünce en az sizler kadar rahatsız olduğumu bildirmek isterim. Her ikisinin de cezalandırılması için talimat verdim. Tüm kapılara gereken uyarıları bu sefer bizzat kendim yaptım. Sizler de takip edin ve herhangi bir yanlışlığı direkt bana bildirin. İlgin için senin nezdinde tüm arkadaşlarına teşekkür ederim.’’ şeklinde cevapladığı elimize geçen bilgiler arasında.

Pekala, bundan 4 ay kadar önce ne olmuştu?

ODTÜ Psikoloji Bölümü öğrencisi arkadaşımız İrem Kütük, A4 kapısı yokuşunda arka kapağı açık halde seyir eden kamyonetin kendisine çarpması sonucu hayatını kaybetmişti. Bunun üzerine ODTÜ Rektörlüğü bütün ODTÜ mensuplarına alacağı önlemleri sıraladığı bir mail atmıştı. Aradan geçen süre zarfında alınan yeni kararların uygulanmasındaki usulsüzlükler, biz ODTÜ öğrencilerini endişelendiriyor, can güvenliğimizi tehlikeye atmaya devam ediyor.

Modern Dünya Hakkında

0

İnsanoğlu garip mahlûk… Kazanmak, ne olursa olsun kazanmak istiyor. Neyi, niye kazanmak istediğini çok düşünmüyor. Kimileri karşımıza çıkıp, en basmakalıp cevaplarla; para, itibar, şöhret diyebiliyor. Kimisi, mutlu olmak için kazanmak diyor. Dünya, sürekli bize bir şeyler borçluymuş gibi. Onun karşısında istedikçe istiyoruz. Bize uzak olan ne varsa, en çok onu beğeniyoruz. Davulun sesi uzaktan hoş gelir misali. Oysa yakınımızda çalınan bir davul varsa ki, odur aslında olacak düğünün, eğlencenin habercisi. Ne yazık ki, yakınımızdaki mutlulukları duyamayacak kadar sağırız. Ötemizden gelen ses ise sadece bizim kuruntumuz. Duyduğumuzu sandığımız hiçbir şey bize ait değilken, bize ait olan tek sese kulak tıkıyoruz. O büyüleyici ses hep az ile yetinmeyi bilir. Ne bir ağza ihtiyacı vardır, ne de kulağa. İnanır mısınız? Ne cisimler aracılığıyla sesini çıkarır, ne de ses telleri gibi bir gerinir, bir büzüşür. O, içimizden gelir. Dinlemeyi bilen herkes duyabilir onu. Mesela, en çok çocuklar duyar. Biz akıllım, büyükler de ‘’Hiç sırası mı şimdi?’’ diyerek azarlarız onları. Hem onları hem kendi içimizdeki çocuğu… Gözünü korkuturuz. Hâlbuki dönüp bir baksak, yarattığımız ve sürekli ileri bakmaktan ardımızda unuttuğumuz dünyaya. Ama şöyle tüm kibirlerimizden arınarak baksak, hatta büyücek açsak gözlerimizi, biraz da cesur olsak… Gerçeği göremez miyiz yine de? Bugüne kadar neyi yaratmışız da, neye yaramış? Açlığı mı son bulmuş insanoğlunun, yüzlerini mi güldürmüşüz çocukların, daha az mı kanımızı akıtıyor olmuşuz, daha mı mutluyuz? Bu benim hatam, suç bende demek, hatayı ve suçu kabullenmek bize zor geldiği için, yerimize suçun kimde olduğuna karar vermesi için adalet, hak, hukuk uydurmuşuz. Akıl var, mantık var demişiz. Söyleyin, bu kadar tezadın içinde kime hizmet ediyorlar? Bir bilim ve teknoloji çağının içindeyiz. Bir şeyi kanıtlamadan, arkasında yatan gerçeğe ulaşmadan ona inanmayız, demişiz. Bilim gerçeğin peşinde koşuyor da, sokakta yatan gerçeğe neden gözlerimiz kapalı? En kötüsü de, bu alışmışlık hali yok mu, insanı kahrediyor.

Geçmişte sahip olmadığımız kadar özgür düşünebildiğimizi sandığımız bu çağda, bilimin, aklın, mantığın gölgesinde ilerlemekten başka ne yapabiliyoruz. Kilise, cami ve sinagoglarda, kabile ve ilkel komün yaşamlarda Tanrılara, totem ve putlara tapınılarak geçirilen onca zamanın aydınlanmacı, güçlü eleştirisini yaparken, durumun benzerliğini kibrimizden göremiyoruz. Kendi yarattığımız kavramlara tapıyor, aynı bağnazlıkla sorgulamadan eylem ve değerlerimizi onlar üzerinde temellendiriyor, bir sorunla karşılaştığımızda sorunu göz hizamıza denk düşen nesneler üzerine konuşlandırıyoruz. Özgürlükleri uğruna canlarını feda eden milyonlarca insanın anısının bulunduğu bu yerkürede, neredeyse hiçbir bedel ödemeden, bize hediye edilen özgürlüklerimizin tadını çıkarıyoruz. Aklın ve mantığın gölgesinde yapıyoruz bunu, hatta ‘Ne var canım bunda?’ dermiş gibi durumu normalleştiriyoruz. Ayakkabılarımızın lastik, deri, kauçuk tabanlarıyla üzerinde doğrulduğumuz bu pürüzsüzleştirilmiş zemin veya başka bir deyişle bu beşeri düzlem, yaşadığım semtte sık sık gördüğüm çatlamış yollar gibi, insanoğlunun en yağışsız mevsimlerinde sessizce kabuk değiştirmekte, böylece kuruyup katılaşması esnasında kendini güvenceye almaktadır. Artık çukur ve tepelerin, eğim ve engellerin olmadığı bu yüzey alanında benzer şekilde istediğimiz yöne doğru öncesinde hiç olmadığı kadar kolay yol alabiliriz. Hareket etme kolaylığı ve hareket hızının sağladığı karşı konulmaz cazibeyle her an, her yerde olabiliriz. Özgürlüğümüzün ölçüsü hareket kabiliyetimize dönüşmüştür. Bunun yanı sıra, aklın ve mantığın gölgesinde yer çekimi prensibini reddedemez, hareket kolaylığın gebe olduğu, eyleyen ve eylem sayılarındaki artışın, zemin üzerinde daha hızlı ve sık yıpranmaları, peşinde daha hızlı ve sık kabuk değiştirmeleri getireceğini söylemeden geçemeyiz.

Hız ve özgürlük kavramlarının birbiriyle olan yakın ve popüler ilişkisi, özgünlük ve özgürlük meselelerinin üzerine asfalt kabuğunu çoktandır çekmiş bulunmakta. Şimdi, özgün olmayan özgürlüklerimize sığınıyor, birbirinin benzeri hayatlarımızı yaşarken, tüketim çeşitliliğinin bize sunduğu görünüş illüzyonuyla bu benzerlikleri gizlemeye çalışıyor, satın alma gücümüzün yettiğince, satın aldığımız kabukların arkasına saklanıyoruz. Tüm bu yapı, gerçek bir iletişim imkânını olağandışı kılıyor ve gerçek bir teması hissedilemez düzeye indiriyor. İnsanın kendine yabancılaşmasının post modern yüzü, bizi yine bizim göz hizamızda olmayarak selamlıyor. Bizi görüyor, bizi duyuyor ve bizim kaygılarımıza karşı önlemler alıyor. Biz ise onun varlığını, asılsız bir mit, bir şehir efsanesi düzeyinden somut gerçekliklere yükseltemiyor, onu, nesnesi olduğumuz eylemlerin öznesi olarak gösteremiyor, ona hitap edemiyoruz. Karşımızdaki süje, teker teker bireysel hayatlarımıza ve bir bütün olarak toplumsal hayatımıza etki eden, en büyük kural koyucu olma şöhretine sahip olmasına rağmen, yüzünü, özel bir çaba bile sarf etmeden meraklı göz ve kulaklardan, son teknoloji kameralardan, sayısız basın-yayın organından ve ahtapot kollu kurum ve kuruluşlardan gizleyebiliyor. Bu gizlenme becerisi onun eş zamanlı olarak, hem birinci, ikinci ve üçüncü tekil hem de birinci, ikinci ve üçüncü çoğul şahıs olabilmesinden kaynaklanıyor. Bu sayede kendini istediği zaman hiç kimseye, istediği zaman herkese dönüştürebiliyor.

Bizi insan yapan ve diğer hayvanlardan ayıran düşünme yetimizin, bizi insan yapmaktan ve insani değerlerimizden bu kadar uzaklaştıracağını tahmin etmezdim doğrusu. Kendimizi hep yanlış değerlendirdik belki de. Tüm bu uygarlaştırma girişimlerine dönüp bir bakınca, çok da akıllı olmadığımızı görüyorum. Belli ki, sahip olmadığımız ne varsa dilimizden düşürmeyerek, eksikliğini dolduracağımızı sanıyoruz.
Elimde değil! Bu durumu, filmlerde gördüğümüz kötü adamların dünyayı ele geçirme planlarından biriymişcesine açıklamak istiyorum. Çünkü böylesine aptalca bir şeyi, kendi elimizle, üstelik kasıtsız bir şekilde gerçekleştiriyor olduğumuz fikrine kendimi alıştıramıyorum. Biz, önce bir şey kaybetmiştik. Şimdi sürekli bir şeyler kaybediyoruz. Atomunuzu da parçalayınız, o çok akıllı telefonlarınızı da üretiniz, uzaya da bir şeyler fırlatınız ama bunları efendi, efendi, insan gibi yapınız. Biz etiğimizi kaybettik. Her şeyin temeline oturtmamız gereken şey, işte odur. Medeniyet dediğiniz tek dişi kalmış canavar ise, ona güçlü dişler bahşetmeyi düşünmeden önce, tırnaklarını, açlığını ve hırslarını törpülemeyi düşünün. Unutmayın, onu tekrar bir insan haline getirmek sizin elinizde. Biz artık gerçekten konuşmuyoruz, farkında mısınız?

Emre Dalgıç

Hangi 8 Mart Dövizisin?

0

Önce seni biraz tanıyalım, en sevdiğin renk ne?

O zaman bir film seç, bu filmlerden hangisi feminist isyanını güçlendirir?

Şimdi playlistten gece yürüyüşü şarkını seç!

Sloganları haykırmayı en sevdiğin yer neresi?

Bu anasözlerinden hangisini daha sık duymak isterdin?

Dövizinde hangi konuya değindin?

Gece yürüşüne kimle katılmak isterdin?

Hangi 8 Mart Dövizisin?
Hocam siz bu dövizsiniz!

Hocam siz bu dövizsiniz!

Hocam siz bu dövizsiniz!

Hocam siz bu dövizsiniz!

Hocam siz bu dövizsiniz!

Hocam siz bu dövizsiniz!

ZAMANDA VE MEKANDA FARKLILAŞMA: İİBF

1

“Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…Bu da gösterir ki zaman ve mekan, insanla mevcuttur!” Ahmet Hamdi Tanpınar

Mekânın ve zamanın insanlar üzerinde derin bir etkisinin olduğuna ve aralarında karşılıklı bir etkileşim yarattığına inananlardanım. Evler, caddeler, parklar basit birer beton yığınları olarak görülemezler, içinde bulunanların zihinlerini yansıtırlar. Bununla birlikte çevresinde bulunan insanların da algılarıyla şekillenip imgeleşirler. Kullanılan renkler, objeler, tasarımlar ve yapının biçimleri insanların zihninde ve duyularında bir karşılığı vardır. Antik Roma’da da birileri de böyle düşünmüş olacak ki bu duruma bir isim bulmuşlar: “Genius Loci.”

“Genius Loci kavramı, Antik Roma’dan türemiş bir kavram olarak o dönemki inanışa göre her yerin onu koruyan eşsiz bir koruyucu ruhu olduğu anlamına gelmektedir. Bu kavram, mimari, edebiyat ve sosyoloji gibi birçok disiplinde kullanılan bir kavramdır. Modern öncesi dönemde, ‘yer’ belirlenmiş sınırlar içerisinde toplumsal ilişkileri içermektedir (Auge,2017:17). Yerin zamanla ve insanla olan ilişkisinin etkileri, toplumsal gelişmeler, yer ve mekân kavramına yeni anlamlar kazandırmaya başlamıştır. Norveçli mimar olan Christian Norberg-Schulz, Genius Loci kavramını mimariye katan önemli teorisyenlerden biridir. Shulz’ un temel amacı, “yer”i sadece fiziksel özellikleri ile değil duyusu ile ilgili deneyimleri de incelemektir. Her yer kendi kimliğini oluşturur düşüncesiyle, “yer” lerin karakteri, kimliği ve ruhu Genius Loci yi oluşturur: bu da bir bağlamın özünü yakalamak olarak tanımlanabilir.”

Yazının başında bahsedilenleri aklımızdan çıkarmadan gelelim kolektif bir hafızaya ve organik mekan tasarımına sahip olan ODTÜ’ye. ODTÜ Kampüsü, yapımı için düzenlenen yarışmayı kazanan Çinici çifti (Altuğ Çinici, Behruz Çinici) tarafından 1960’ların başında inşa edilmeye başlandı. Cumhuriyet tarihinin ilk planlı mimari projelerinden biri olmasının yanı sıra, brütalist ve enternasyonal akımlardan izler taşıyan kampüs mimarisi de döneminin dünyasında ve Türkiyesi’nde özgün bir yer edinmeyi başardı. ODTÜ, kuruluş hikayesi itibariyle dönemin Türkiye’nin politik tercihlerinin sonucu olarak ortaya çıkmış bir projedir. Bunun yanında, genç cumhuriyetin yeni ve çorak başkentinin şekillenmesinde de kritik bir rol aldı. Bir Amerikan enstitüsü olarak ortaya çıkmış olan okul; dönemin toplumcu, ilerici ve bağımsız akımları için bir odak noktası haline geldi. Öğrenci hareketleri, ağaçlandırma projesi, diğer üniversitelerden ayrılan özgün ve zengin eğitim yaklaşımıyla ülkenin dört bir yanından gelen parlak gençler için de bir toplanma noktası haline geldi. ODTÜ’nün, kuruluş hikayesinden bağımsız bir şekilde böyle bir hale gelmesinde bütünlükçü ve çeşitli  kampüsünün çok büyük bir etkisi vardır.

ODTÜ Kampüsü, bütün mimari birimleri birbirine bağlayan ve “Alle” olarak adlandırılan bir yol üzerine inşa edilmiştir. Bu durum, çok farklı bölümlerden öğrencilerin birbirleriyle sürekli  bir temas halinde olmasını ve öğrenci dayanışmasının sağlanmasında kritik bir rol oynar. Mühendislik bölümlerinde okuyan bir öğrencinin, okul içinde bir şekilde başka fakülteden arkadaşıyla karşılaşması oldukça olağan bir durumdur.  Süreç içerisinde kampüs yeni birimlerle genişlemiş ve kalabalıklaşmış ama bu durum büyük oranda geçerliliğini korumayı başarmıştır. Her bölüm binası çeşitli aşamalardan geçip son halini almıştır ve bu devinim hali o bölümde okuyanların veya orada zaman geçirenlerin davranışlarını etkileme özelliğine sahiptir. 

Üst kısımda bahsedilen mekanların insanlarla kurduğu etkileşim, en bariz şekilde aynı fakültenin iki farklı binasında fark edilebilir: İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi. İİBF A” ve “İİBF B” olarak adlandırılan iki binadan oluşan bu fakülte, 2000’lere kadar tek binada eğitimine devam etmiştir. Bu tarihten sonra kontenjanların yükseltilmesi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün de fakülteye dahil olmasıyla beraber ikinci bir binaya ihtiyaç duyulmuştur. Eski bina “A”, 1963 yılında inşa edilmiştir ve “Alle” yolunun sonunda Mimarlık Fakültesi’nin aşağısında yer alır. Bu bina, çok daha mütevazı ve küçük sınıflara sahiptir. Bölümde İktisat, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümleri dersleri işlenir, genellikle ev yemekleri yapan samimi bir kantine ev sahipliği yapar. Bu binada, bölüm öğrencileri fiziki şartlardan dolayı çok daha iç içe bir haldedir, çalışma alanlarında masalar birbirlerinden uzak bir şekilde bulunmaz, araştırma görevlileri ve öğretim üyelerinin odaları yan yanadır. Bina, “F” ve “Fz” olmak  üzere iki tür sınıf tipine sahiptir, bunun yanında “FAUD” adında ismini fakültenin ilk dekanı Fuad Çobanoğlu’ndan alan bir amfiye de sahiptir. 

Fakültenin ikinci yerleşkesi ise “İİBF B” olarak adlandırılan ve bünyesinde Uluslararası İlişkiler ve İşletme Bölümleri’ni bulunduran binadır. Bu bina, “A” binasına nazaran oldukça ve büyük ve karışık bir mimariye sahiptir. Aynı zamanda kendi içinde oldukça büyük ve restaurant olarak sayılabilecek çeşitlilikte yemekler barındıran bir kafeterya  bunun hemen yanında da şık ve ürün yelpazesi geniş bir kafe barındırır. Bu binada yüksek lisans derslerinin işlendiği seminer odaları dışında yüksek kapasiteli amfiler de bulunur. Amfiler 80-120 arası kişinin aynı anda ders alabileceği şekilde tasarlanmıştır ve bu özelliklerinden dolayı “B” binası aynı zamanda diğer fakültelerin öğrencileri tarafından da kullanılır. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda “B” binasında bir fakülte ruhu veya öğrenci dayanışmasından bahsetmek çok zordur. Bu bina, öğrenciler için sadece derslere girip çıktıkları ve sonrasında yemek yiyip kahve içtikleri bir ara duraktır. Buradaki öğrencilerin mekan içerisinde ortak bir üretim gerçekleştirmeleri veya mekan içinde kolektif bir hafıza yaratmaları çok zordur. Bu durum, fakülte içindeki kültürel ve sosyal faaliyetlere de yansımış durumdadır. Gerçi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün seminerleri dışında kültürel bir faaliyetten bahsedilemese de sosyal faaliyet açısından kariyer topluluklarının anlamsız ve samimiyetten uzak etkinliklerinden ve öğrencilere bir “hayal olarak sattıkları” kariyer fırsatlarından bahsedilebilir. İİBF A’da ortak sorunları paylaşıp ortak çözümler geliştirmeye çalışan öğrencilere karşın, “B” binasında sorunlara tepki göstermek noktasında duyarsız, bireysel kurtuluş yolları arayan ve birbirlerini ‘arkadaş’ olarak görmekten ziyade bir ‘rakip’ olarak gören insan profilleri mevcuttur.

“Bu bağlamda Uluslararası İlişkiler ve Kamu Yönetimi binaları sadece mekansal olarak karşılaştırsak bile aradaki farkı göstermek mümkün olacaktır. Uluslararası İlişkiler ve İşletme bölümlerinin olduğu binadaki kantin bir burjuva kantiniyken, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi binası aralarda devrimci sohbetlerin de döndüğü, daha sola yakın bir alandı. En azından böyle bir imajı koruyordu. Sadece kantin değil, öğrencileri, hocaları ve mekanın tamamı da bu şekilde örgütlenmişti. Burada hocalar çoğunlukla Marksizm anlatır ya da derslerini Marksist bir bakışla anlatır. Buradaki geleneğin bu şekilde sürmesinde hoca – öğrenci alışverişinin payı var. Benim de sıkıcı bir hayattan çıkmamı sağlayan olay Uluslararası İlişkiler kantininden Kamu kantinine “transfer” olmamla başladı diyebilirim.” (Bürkev, 2017) 

Yazının başında bahsedilenleri akıldan çıkarmayalım demiştim, aynı fakültenin bölümlerini içerisinde barındıran ve aralarında pek de az mesafe bulunan bu iki mekanı birbirinden farklı kılan nedir? Fiziki farklılıkları mıdır sadece, içinde bulunan insanlar mıdır veya başka zamanların ruhunu yansıtmaları mıdır onları farklı kılan sebep? Bana kalırsa cevap aslında hepsidir. Başlangıçta bahsettiğim “genius loci” kavramı tam olarak bu meselede bir anlam kazanır. “A” binasında gezerken duvarlarında fakülte binasının geçmişten bugüne olan fotoğraflarını, orada hayatının belli bir bölümünü geçirmiş insanların anılarını görmeniz boşuna değildir, bu bina zamanın çeşitli evrelerinde  farklı insanlar üzerinde bir etki bırakmıştır ve onların izleri bu şekilde yaşamaya devam eder. Değişen zamanın yarattığı alışkanlıklara karşın orada geçirdiğiniz vakitlerde, bu canlı organizmanın bir parçası olmanız kaçınılmazdır. Aynı durumu farklı bir şekilde “B” binasında görürüz; geçerliliği aylar değil günlerle sınırlı iş ilanları, burs programları ve birbirine benzeyen fırsat etkinlikleri… Bunların herhangi biri anlık bir odak kaybından başka bir insanda ne uyandırabilir ki?


Editörler: Ceren Deniz, İlayda Karademir

ODTÜ 101: Kütüphane

0

Özellikle, ODTÜ’nün kendini “sınav haftası” yerine “sınav ayı” şeklinde gösteren yoğun sınav dönemlerinde herkes, kampüs içinde veya yakınında verimli ders çalışabileceği yer arayışına giriyor. Kampüsteki çoğu bölüm binasında bölüm öğrencilerinin kullanabileceği çalışma salonları veya Öğrenci Merkezi gibi ders çalışılabilecek alanlar olsa da sağladığı imkanlar açısından kütüphane, çoğu kişinin boş yer bulmayı umut ederek gittiği ilk durak oluyor. Bu yazıda ODTÜ Kütüphanesi hakkında genel bilgiler vermeye çalışacağım.

GİRİŞ KAT

Rezerv (Reserve) Bölümü

Kütüphanenin Matematik Bölümü’ne bakan girişinden girildiğinde sağ tarafta görülen ilk bölümdür. Öğrenciler arasında “sesli kısım” olarak bilinen bu bölümde etraftaki diğer insanları rahatsız etmeyecek şekilde arkadaşlarınızla birlikte çalışabilir, grup ödevlerinizi yapabilirsiniz. Sessiz kısımda çevresindekileri rahatsız ettiğini düşünerek gerilen kişiler için ideal bir yer denebilir. 

Ayrıca öğretim üyeleri ve kütüphane görevlileri tarafından oluşturulan rezerv koleksiyonundaki dönemlik ders kitapları ve günlük gazeteler de buradan kısa süreli olarak ödünç alınabilir. Kütüphaneden kitap ödünç alırken dikkat edilmesi gereken bazı noktaları yazının devamında bulabilirsiniz.

Referans (Reference) Bölümü

Kütüphanenin aynı girişinden girildiğinde sol tarafta kalan bölümdür. Otomatik gibi görünen ama aslında ancak iterek geçilebilen (veya sizden önce geçen kişinin var gücüyle itmiş olduğu) döner kapıdan geçtikten sonra karşıda, koridorun sonunda bulunan bu bölümde harita, atlas, sözlük, ansiklopedi ve biyografi gibi kaynaklar kullanılabilir. Ancak referans koleksiyonundaki bu materyaller ödünç alınamaz.

ÜST KATLAR

ODTÜ Kütüphanesi’nin birinci, ikinci ve üçüncü katları A ve B bloğu olmak üzere ikiye ayrılır. Bu katlarda felsefeden teknolojiye, deniz bilimlerinden güzel sanatlara kadar birçok kaynak bulabilir, kütüphane içerisinde veya ödünç alarak bu kaynaklardan yararlanabilirsiniz.

ODTÜ’de akademik personel, doktora veya yüksek lisans öğrencisiyseniz ODTÜ kimlik kartlarınız ile katların A Blok taraflarında bulunan 24 adet tek kişilik çalışma odalarından (karel) faydalanabilirsiniz.

Kareller dışındaki çalışma alanlarında ise 4 kişilik ve tek kişilik masalar bulabilirsiniz. Ancak uygun masa bulamayınca hayal kırıklığına uğrayanlar için birinci katın A Blok tarafında maalesef hiçbir çalışma masasında priz bulunmadığını özellikle belirtmek iyi olabilir.

NASIL KİTAP ÖDÜNÇ ALINIR?

Bu başlık altında kütüphanede nasıl kaynak arayabileceğinizden ve kaynak ödünç alırken dikkat etmeniz gereken bazı noktalardan bahsedeceğim:

·   Aradığınız kaynağın ismini https://lib.metu.edu.tr/ web sitesinden aratın. Çıkan sonuçlarda yazan “Available”, “Due”, “Lib Use Only”, “Reshelving”,”Hold” ve “Binding” kavramları size kitabın güncel kullanım durumu hakkında bilgi verecektir.

Available: Kaynağın raftaki yerinde ve kullanıma hazır olduğunu gösterir.

Due: Kaynağın ödünç alındığını ve hangi tarihte iade edileceğini gösterir.

Lib Use Only: Kaynağın yalnızca kütüphane içinde kullanılabileceğini gösterir.

Reshelving: Kaynağın rafına yerleşme sürecinde olduğunu gösterir.

Hold: Kaynağın ayırtılmış olduğunu gösterir.

Binding: Kaynağın ciltlenmekte olduğunu gösterir.

·   İstediğiniz kaynağın üzerine tıkladığınızda açılan sayfada kaynak hakkında detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz. Bu bilgiler arasından “Location” ve “Call No.” bilgileri, ilk adımda kaynağın durumunu öğrendikten sonra o kaynağı bulmak için gerekli olacaktır.

Location: Kaynağın kütüphanede hangi koleksiyonda bulunduğunu gösterir. Bağlantıya tıkladığınızda ise o koleksiyonun kütüphanedeki konumuna ulaşabilir ve oradan temin edebilirsiniz.

Call No.: Kaynağın konusunu belirten bir numaradır. Kaynağı rafta bu numara ile aramalısınız.

Aradığınız spesifik bir kaynak olmasa bile aynı yöntemi, hakkında kaynak aradığınız konuyu arama butonuna yazarak kullanabilirsiniz.

Kütüphaneden aldığınız kaynağın iade süresini geciktirdiğiniz her gün kütüphane borcunuzun arttığını ve dönem başındaki ders kayıt zamanına kadar kaynağı iade edip borcunuzu ödemezseniz kaydınızın bloke edileceğini eklemek de iyi olabilir.

Sıkı bir kütüphane kullanıcısı olarak yazdığım bu ilk yazımda sizlere ODTÜ Kütüphanesi hakkında olabildiğince genel bilgiler vermeye çalıştım, umarım sizlere faydalı olur. İyi çalışmalar!


Editörler: Ceren Deniz, Umay Külekçi

ODTÜ REWIND’23: Merhaba Hocam, Ben 2023!

0

Merhabalar hocam, ben 2023. 
Yüzünüzü ekşittiğinizi görür, 
kaslarınızın gerildiğini hisseder 
ve hakaretlerinizi duyar gibiyim. 
Çok rahatsız etmeden sizleri, 
okurken daha metnimi,
gitmiş olacağım. 
Ama öyle sessiz sedasız gidemezdim, 
vermeliydim ifademi,
her “zaman”ın yaptığı gibi 
yer edinecek gerçekleri açıp gitmeliydim.
Yaşayarak geçmiş yaptığımız tüm anların nedenleri
yer edinecek gerçekler olsun diye 
anlatacağım kendimi. 

Her şey 5 Ocak’ta KKM’nin önünde  faşist, ırkçı ve fobik TGB’nin düzenlemeye çalıştığı etkinliğe karşı arkadaşlarınızı ve okulunuzu, daha gün doğmadan savunmak zorunda kalmanızla başladı. Kampüse girmelerini engellemeyi umarak tuttuğunuz nöbet sırasında A1 kapısında yuvalanmış bir sürü faşistin ve onlara kol kanat geren polislerin tehditleriyle karşılaştınız. Nöbetinizi bitirip okuldan uzaklaştıklarını sandığınız sırada polis eşliğinde rektörlüğün önünde bitiverdiler. Diğer üniversitelerde kendileri gibi olmayan hiçbir kişiye yaşam alanı tanımayan bu gruplara karşı, okulunuzu ve sıra arkadaşlarınızı koruduğunuz için kayyumun soruşturmalarına maruz kalmanız da işin cabası. Sizler de bütün bu baskılara ve cezalara rağmen, karşılayacağınız tüm zorluklarda fikrinizden ve duruşunuzdan hiç vazgeçmediniz.

Daha kötü başlayamazdı derken, en karanlık günlerimden biriydi 6 Şubat, belki de Türkiye’nin en umutsuz zamanlarından. Sizler hâlâ ne hissedeceğinizi bilemezken 6 Şubat’a hangi sıfat uygun olurdu ki? Deprem riski fazla olan fakat önlemleri de bir o kadar az olan bir ülke olarak 6 Şubat’ta bir kez daha bu ülkede nasıl yaşayamadığınıza, yaşattırılmadığınıza tanıklık ettiniz. Çoğunuz televizyon başında olan biteni anlamaya çalışırken çoğunuz da sosyal medyadan enkaz haberlerini yaydınız, oradaki insanların sesi olabilmek için. Her kurtarılan can yeni bir umut oldu. Öyle bir felaketti ki bu, en beklemediğiniz anda sizi en yakınınıza bile yardım edemez hale getirdi. Elinizden başka ne gelirdi ki? Her yer enkaz altındayken yurt içi ve yurt dışından gelen arama ekipleriniz oradaydı fakat hiçbir şey yeterli olmadı. Ekipman ve görevli yetersizliğiniz her şeyi git gide zorlaştırdı. Neredeydi ki bu deprem vergileriniz, topladığınız onca yardım? Hepiniz bir olup yardım için seferber oldunuz; kıyafet, yiyecek ve gerekli ekipmanları temin edip ulaştırmaya çalıştınız. Kimdi peki bu yaşadıklarınızın sorumlusu? Ben değildim. Malzemeden çalan müteahhitler, yapılmayan denetimler, uyulmayan yönetmelikler, 20 yıldır hiçbir şey yapmayan bir siyasi otorite, riskli yapıların varlığının bilinmesine rağmen hiçbir aksiyon almayan onca kuruluş… İmar aflarıyla risk yaratan, imar affından yararlanan binaların teknik denetimini yaptırmayan yöneticileriniz, gözden uzak kalmak için hedef şaşırttı. Belki de hiçbir şey değişmediği için sizler hala bu felaketten sonra neler değişti veya nasıl önlemler alındı bilmiyorsunuz.

Pandemi süreci sizi kampüsünüzden ve şenliğinizden ayırdığında ne kadar üzüldüğünüzü duymuştum. Ardından 2022 yılında geri dönüşünüzü kutlarcasına yaptığınız o görkemli şenlikten de haberdarım. Size gelirken heyecanla geldim, adımın yanına ODTÜ 35. Uluslararası Bahar Şenliği ibaresini yazdırma hayallerim vardı. Twitter’da neşeyle ve güzel anılarınızla anılacak, storylerinizde ışıl ışıl görünen Devrim fotoğraflarının üzerine adımı yazdıracak, yıllar geçse bile hakkımda herkesi “rüya gibi bir şenlik yaşattı” şeklinde konuşturacaktım. En büyük sevgi çemberinin yapıldığı, en güzel Devrim sahnesinin kurulduğu, en keyifli oyunların oynandığı, en neşeli panayırın sergilendiği, herkesin dayanışmayla ördüğü o şenliğin yapıldığı sene olacaktım. Sizi şenlik için bu kadar mücadele etmek zorunda bırakan ve bunun sonunda yine de size onu vermeyen ben değildim. Bir an için güzel bir hatıra olacakken felaketlerin sorumlusu; değişimin habercisi olacakken atanmışların ve ümit hırsızlarının at koşturduğu, yakıp yıktığı bir sene oldum. Karanlık, ışıksız, mutsuz işte geldim işte gidiyorum.

Benden geriye kalan en yıpratıcı süreçlerden biri de seçimdi denebilir. Umutlandınız; birlik olunması dönemde büyük ayrışmalar oldu, katakulliler döndü, konuşması gerekenler sustu… Hatırlayınca göğsünüzde bir daraltı, sol tarafınızda bir sıkışma mı oluyor? Hayır, tüm bunlar benim suçum değil. Özellikle bu tür konularda hafızaları her fırsatta tazelemekte fayda var. “Neden böyle oldu?” noktalarını anlamak için. Öyleyse derin bir nefes alın ve seçim dönemini baştan hatırlayalım. Cumhur İttifakı adayı zaten belliydi; gözler Millet İttifakı’nın adayındaydı. Süreç uzadıkça uzadı; altılı masa, beşli masa oldu bir sıralar. Geç gelen bir açıklamayla beraber Kılıçdaroğlu adaylığını ilan etti. Bazıları bu gecikmeyi, adayın yıpranmaması amacı olarak değerlendirdi. 14 Mayıs’a gittikçe her iki tarafın da heyecanı artıyordu. Kılıçdaroğlu destekleyicileri kalan dönemimin kendi adaylarıyla geçeceğini düşünüyorlardı. Medyanın her kanalı çok hareketliydi, çarpıtılmalara da oldukça açıktı. Kara propagandalar, iftiralar, çirkin ifadeler medyanın her bir köşesine sızmıştı. “Terörist” yaftaları, küfürler, bağırışlar havada uçuşuyordu. İlk turda bu iş bitmeliydi!

Herkesin beklediği o gün… Hatırlarım hâlâ her bir sandığı. Beyaz gömlekli, kulağının arkasına çiçek sıkıştırmış, ilk kez oy kullanacak o seçmenler… Diğer senelerde görülmemiştir yüzlerde böyle gülümsemeler, gözlerde böyle parıltılar. Sandıklar kapandığı an fırtına öncesi son sessizlik gibiydi. İnsanlar, geceyi sabah edeceğini bilmeden sonucu beklemeye başladı. Kimileri okullarda, kimileri medyada saatlerce bekledi seçimin sonuçlanmasını.

Ama ilk turda bitmedi.

Sandıklar sistemden kontrol edildi, itirazlar yapıldı fakat…

Süreç 2 hafta uzadı. Seçim artık 2 aday arasındaydı. Plana sadık kalmayanlar oldu, gerginlikler arttı. Domuz bağıyla ölümler gündem oldu, korkular arttı. Herkes daha keskin, daha netti düşüncelerdinde. 24 Mayıs’ta, AKP iktidarının yaratmaya çalıştığı baskı düzenine karşı, seçim sonucu ne olursa olsun, en gür sesinizle bir kez daha mücadeleye devam edeceğinizi “Artık Yeter” diyerek haykırdınız. Haykırmakla kalmayıp 22 senedir sizi insanca yaşatmayanlara karşı omuz omuza alanlarda mücadele ettiniz. 28 Mayıs geldiğinde, artık bahar gelmeliydi. Gelir gibi oldu fakat gelmedi. Gelemedi mi gelmek mi istemedi, bilinmez. %48’in gözü adaylarındaydı, fakat o masadan ses çıkmadı. %52’nin arabalarından korna sesleri yükseliyor, caddelerde ve sokaklarda bağırıp çağırıyorlardı.

Seçimi kaybettikten sonra korku ve umutsuzluk aranızda büyüdü. Temel haklarınıza iktidar saldırıyorken muhalefet sessizlikle cevap verdi. Yeniden seçimi kazanan iktidar, LGBTİ+ların haklarına göz diktiklerini her fırsatta açıkça dile getirmekten çekinmedi; aile buluşmaları adı altında nefret örgütlendi, trans cinayetleri arttı, sansür yayıldı, toplum muhafazakarlaştırıldı. Ancak ben ne kadar karanlık ve ağır bir yıl gibi görünsem de, gelmiş geçmiş tüm yıllarla şu kuralla ortaklaştım: Baskı arttıkça direniş de artar. Siz de bu yıl başkaldırıyorken bunu hatırlatmış oldunuz. ODTÜ 11. Onur Yürüyüşü başkaldırıyoruz temasıyla ODTÜ’nün onuruna sahip çıkmaya hazırlandı. Sabırsızlıkla takip ettim, Onur Yürüyüşlerine uygulanan polis şiddetinin bu yıl daha da korkunç olacağını düşünüp ben de sizler gibi korktum. Kayyumunuz tehdit mailini tekrarladı, okulunuzu “ülkemizin izinsiz yürüyüş merkezi” ilan etti, çağırdığı polis sayısı iki katına çıktı. Yürüyüş kütüphanede başladı ve o an polis arkadaşlarınızı kütüphanede işkenceyle gözaltına alırken ve tam yürüyüş olmayacak karamsarlığına girerken kocaman trans bayrağını matematikten salladınız. İşte o an, bu mücadelenin başladığı döneme çok benziyordu, barikatları aşarak, kulaktan kulağa yayılarak doğu yurtlarınızda toplanıp, onur yürüyüşünüzü gerçekleştiridiniz. Gökkuşağı bayraklarınız, sloganlarınızla birlikte nefrete inat hayatı savunup fobik AKP iktidarı ve kayyuma başkaldırdınız. Sonraki haftalarda, size Gezi döneminden beri canlı renkleriyle kalmış olan Gökkuşağı Merdivenleri bir ay içinde üç kez beyaza boyandı, 40 gece bu karanlığa karşı renkleri kurmak için nöbet tuttup mirasınıza sahip çıktınız. O gecelerde seslerinizi çok yakından takip ediyordum, kahkahalarınız, ağlamalarınız, şarkı söyleminiz ve tartışmalarınız… Birbirinizin çaresi olduğunuzu o soğuk gecelerde derinden anladığınızı düşündüm ve tekrar söyleme ihtiyacı hissediyorum: Alışsınlar, barışsınlar, LGBTİ+lar susmuyor, korkmuyor ve itaat etmiyor. 

İktidarın politikası, tüm vatandaşlara ve özellikle LGBTİ+lara olduğu gibi, kadınlara da asla adil değildi. Sizler, her zaman olduğu gibi, bir araya gelip dayanışma ile önce ODTÜ’de iki ayrı gün ve sonra Ankara genelinde olmak üzere gece yürüyüşleri düzenlediniz. Geceleri ellerinizden almak için çabalayan iktidara, patriyarkaya karşı tekrar gösterdiniz: Yalnız değilsiniz ve bir kişi daha eksilmeyeceksiniz.

2016, 2017, 2018… Hepsinin aksine ben; yiten umutlarınıza, yırtılan pankartlarınıza şahitim. Mezuniyet cübbenizi giyerken hissettiğiniz heyecana değil, kaygılarınıza şahidim. Okula girerken edindiğiniz hayallerinizin, mezun olurken polis barikatının karşısında kırılışlarına şahidim. Hiçbir yıl benim kadar baskı görmemiştir, hiçbir yıl size benim kadar üzülmemiştir. Önce, ellerinizde yırtılacak pankartlarınız; bölüm bahçelerine tıkıldınız ve bir rektörlük maili ile davetiyeye mecbur bırakıldınız. Geçen sene davet etmedikleriniz bu sene size davetiye dağıtır oldu. Ama ODTÜ’de biriktirdiğiniz yıllar ve dostluklarla hepsini aştınız. Mezuniyet günü geldiğinde kol kola girmiştiniz. Tarih yazacak derler ya, polislerin şiddetini ve o polisi üstünüze yollayanları ben hep yazdım. Şimdi geriye dayanışmayla büyüyecek diğer yarınlarınız, yıllarınız.

Ben burada olduğum süre boyunca, canınızın kıymetini hiçe sayan, hayat koşullarınızı her gün daha da zor hâle getirmek için elinden geleni ardında koymayan, “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” dediğiniz için soruşturmalar açanlar her gece utanmadan başlarını yastığa koyarken, siz “Zeren için buradayız” diyerek mücadelenizi sürdürdünüz. “Barınamıyoruz” çığlıklarınıza kulaklarını tıkayıp sizin olanı, yetmeyen yurtların sayısını artırmak ve yurtlarda insani koşulları sağlamak yerine çim amfilere harcayan, sizi soruşturmalarla yıldırmaya çalışan ve depremzedelerin haklarına göz dikenler hesap verene dek, beni ardınızda bırakmayacağınıza, direnişinizi el ele örüp büyütmeye devam edeceğinize eminim.

Zor olan onca süreç varken kanatlarımıza zincir takmakta ısrarlı insanların, dayanışmanın belkemiği olan topluluklara da el atmadan durduğunu söylemem pek mümkün olmaz. Önce toplulukların hareket alanını kısıtlamaya yönelik olan 45 günlük etkinlik yasağı ile karşı karşıya kaldınız. Verilen bu yasağın her şeyin başlangıcı olduğu belliydi. Ardından gelen sebepsiz yasaklar ve şenlik iptali bu öngörümü her ne kadar istemesem de haklı çıkardı. Sonbahar zamanı her şeyin yeni başladığı o dönemde, bazı şeylerin farklı olacağına sizler gibi ben de inanmıştım. Dönemin başlamasıyla birlikte yapılacak etkinlikler için sınıf verilmemesi, izin süreçlerinin uzatılması ve her türlü süreç tamamlanmasına rağmen iptal edilen etkinlikleri görmek beni de derinden yaraladı. Ama dayanışmanın en güzel örneklerini sizde gördüm. AFT sergi yasağı ardından düzenlediğiniz cenaze, yasaklanan her türlü etkinliğe karşı birlikte mücadeleniz, dayanışma ile elde ettiğiniz kazanımlar… Tüm bunlar ODTÜ’nün gerçek sahibinin o koltuğa oturanlar değil, sizler olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Merhaba hocam, ben 2023. Her zaman neşe ve huzur getiremedim biliyorum; günler acıyla, karmaşayla geçerken sizleri izlemek dışında pek de bir şey gelmedi elimden. Ama sorarım sizlere, suçlu sensin diyebilir misiniz, tüm bu anlattıklarıma rağmen? Sizlerle geçirdim tüm bu anları; sizlerle dayandım iktidarın, atanmışların, yolsuzların tüm engellerine. Gidiyorum ama gitmeden tekrar söylüyorum: 

Dayan hocam, her zaman yaptığın ve sayesinde dünyayı güzelleştirdiğin gibi;

Dayan iş ile

Tırnak ile, diş ile,

Umut ile, sevda ile, düş ile

Dayan rüsva etme beni.


Editörler: Elif Gülare Çakır, Sude Demirel

Mücadelesini Verdiklerimiz, İnsanca Yaşamak İçin!

0

Barınamıyoruz.

Nitelikli beslenemiyoruz.

Derslerimize ve sınavlarımıza zamanında ulaşamıyoruz.

Psikolojik desteğe erişemiyoruz.

Her gün eksiliyoruz. 

Fakat biz sadece yaşamak değil, insanca yaşamak istiyoruz!

   ODTÜ öğrencileri olarak senelerdir okulumuzdaki problemlerle baş etmek için mücadeleler veriyoruz. İnsanca koşullarda barınamıyoruz. Öğrenci bütçesine uygun, sağlıklı yemeklere erişemiyoruz. Dakikalarca, dolu geleceğini bile bile ring bekliyoruz.  Kampüste yaşamak için değil, hayatta kalmak için âdeta savaşıyoruz. Bu savaşımız ya cevapsız kalıyor ya da tehdit içeren, hakkı için mücadele edenlere karşı kışkırtıcı nitelikte olan e-postalarla karşılık buluyor. Bu e-postalara örnek verecek olursak:

“…toplantı veya gösteri yürüyüşleri düzenleyen veya yönetenlerle bunların hareketlerine katılanların, fiil daha ağır bir cezayı gerektiren ayrı bir suç teşkil etmediği takdirde bir yıl altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağının hüküm altına alındığı saptandı. (…) ODTÜ Rektörlük Binası önünde basın açıklaması, stant kurma, bildiri dağıtma, çadır kurma, şenlik yapma, oturma ve sair eylemlerin yasak ve suç kapsamında olduğu, (…) söz konusu davranışları sergile yenlerin, mevzuat çerçevesinde, adli ve idari işlemlere konu olması hususu uygun görüldü.” (1 Eylül 2023 tarihli e-posta)

“…2019 yılında Üniversitemize kazandırılacak yeni yurtları, kamuoyumuzu yanlış yönlendirmeler ve algılarla engelleyen, ve bu suretle Üniversitemizde eğitim-öğretim hayatlarına yeni başlayan öğrencilerimizin kampüste barınma olanaklarına mani olan malum kişileri, meslek odalarını, mezun derneklerini, yayın organlarını ve siyasileri bir kez daha kınıyor; o gün bu yurtların yapılmasına itiraz eden ve öğrencilerimizin eğitim hayatlarında büyük mağduriyetler yaşamasına sebep olan tüm bu sorumluları yurtlarımıza yerleştirilemeyen öğrencilerimiz, aileleri ve kamuoyumuz önünde hesap vermeye davet ediyoruz.” (17 Kasım 2023 tarihli e-posta)

   Her ne kadar bu ve bunun gibi e-postalar ile durdurulmaya çalışsak da ODTÜ bileşenleri olarak insanca yaşama taleplerimizi dile getiren bir imza kampanyası yürüttük. Bu kampanya kapsamında topladığımız dilekçeleri vermek için 22 Kasım Çarşamba günü Fizik önünden Rektörlük’e yürüdük. Rektörlük’e verilen dilekçeler, herkesin ortak olarak buluştuğu dört talebi içeriyordu: nitelikli barınma, nitelikli beslenme, artırılmış ring seferleri ve nitelikli psikolojik destek. Bahsettiğim 4 maddeyi daha detaylı bir şekilde açmak ve açıklamak isterim.

   ODTÜ Yurtlar Müdürlüğüne bağlı yurt sayılarının artırılması ve hâlihazırda bulunan yurtların koşullarının iyileştirilmesi: 

   Özellikle geçtiğimiz 2 yıldır ciddi bir barınma kriziyle karşı karşıyayız. Bu sene yurtlara başvuranların %60’ından fazlası açıkta kaldı. Güncel olarak kadın yurtlarında boş yer kalmaması sebebiyle, kadın yurt başvuru listesi tıkanmış durumda. Mevcut yurt sayısı, her sene artan öğrenci sayısına yetmiyor. Var olan yurtlarda ise genel hijyen koşullarından bahsetmek imkansız. Yurtlarda ısınma ve tesisatla ilgili altyapı problemleri çözülmüyor. Odalarda tahtakuruları gibi böcekler cirit atıyor. Odalara koyulan ek yataklarla kontenjan artırılıp öğrencilerin yaşam alanları kısıtlanıyor.  Kalacak başka yerleri olmayan öğrenciler ise böylesine kötü koşullar altında barınmaya mecbur bırakılıyor. En ufak bir başkaldırıda ise öğrenciler umursanmıyor veya Kavaklık Direnişi sayesinde yapılması engellenen KYK yurdu bahane edilerek hesap vermeye çağırılıyor. Bu problemlerin çözümü; Kavaklık’a KYK yurdu yapılması değil, ODTÜ’ye bağlı yurt sayılarının artırılıp mevcut yurt koşullarının iyileştirilmesidir.

   7 gün 3 öğün sağlıklı ve kaliteli yemeğin sunulması:

Talebimizi dile getirirken yemekhanenin mevcut durumunu ele almamız gerekiyor: haftanın yalnızca 5 günü iki öğün yemek sunuluyor. Çiğ ve içinden taş çıkan yemekler. Çorbalar sulandırılıyor, yemekler ıslak ve kirli tabldotlarda veriliyor. Her geçen gün daha da kalitesizleşen bu yemeklere de 1 yılda %150 zam yapılıyor. Yemekhane dışında yemek yiyebileceğimiz yerler, kantinler ve diğer işletmeler ise karşılayabileceğimizden çok daha pahalı. Bu sebeple, yemekhanenin kalitesiz yemeklerine mecbur bırakılıyoruz. İsteğimiz çok basit: Uzun sıralar beklemeden 7 gün 3 öğün makul fiyatlara yemekhane yemeği.

   Ring sefer sayılarının 10 dakikada bir olacak şekilde düzenlenmesi:

   Okulumuzda yıllardır süregelen ve Rektörlük tarafından çözümüne yanaşılmayan bir ring problemi var. Gerekli sıklıkta gelmeyen ringler yüzünden derslerimize ve sınavlarımıza geç kalıyoruz. Diyelim ki ringi bekledik ve bindik. Bizi karşılayan tablo ise şu: Daha ilk duraktan ağzına kadar dolan bir ring ve otomatik kapıya sıkışma, taciz edilme gibi tehlikelerle karşı karşıya olan ringin içindeki öğrenciler. Haklı sebeplerle ringe binmek istemeyenler ve binemeyen öğrenciler ise otostop çekiyorlar. Ring seferlerinin sıklaştırılması, bu problemin tek çözümüdür.

   Alanında uzman kadrolarla psikolojik desteğin verilmesi:

   Her geçen gün ekonomik kriz çok daha keskin bir hâle gelip can yakmaya devam ediyor. Krizin yükü ise öğrencilerin omuzlarına yükleniyor. Aydınlık beyinler, kendilerine bu ülkede bir gelecek çizemiyorlar. Kaygılarımız ve korkularımız, bizleri çok etkiliyor; bununla kalmayıp sıra arkadaşlarımızı bizden ayırıyor. Öğrenci intiharları artmaya devam ediyor. Psikolojik destek almak istediğimizde ise bizi devlet hastanelerindeki niteliksiz tedaviler ve özel hastanelerdeki fahiş fiyatlar karşılıyor. Kampüste yararlanabileceğimiz mediko ise ihtiyaçlarımız karşısında yetersiz kalıyor. Yeterli sayıda ve nitelikli, uzman psikolog ve psikiyatristler bulunmuyor. Bu sebeple alanında uzman psikolog ve psikiyatrist istiyoruz.

   Mücadelesini verdiklerimiz istek değil, ihtiyaç. Hem de en  temel ihtiyaçlarımız! Bu ihtiyaçlar ne gerçekleştirilmesi zor olan ne de “Bütçe yok.” şeklinde bir cevapla reddedilecek talepler. Aslına bakılırsa başta Teknokent döner sermayesi başta olmak üzere, kantinler, özel işletmeler, yemekhane gibi birçok kaynaktan gelen kârlardan oluşan bütçe; kampüste oraya buraya çiçek ekmek, çeşmeler ve çim amfiler yapmak için kullanılıyor. Yeri gelmişken bir gerçeği hatırlatayım: Çim Amfi Projesi’ne ayrılan bütçe 10 milyon TL. ChatGPT’ye göre, 10 milyon TL’ye; bir yurt yapmak, yılda 400’den fazla öğrenciye 2000 TL burs vermek ve yemekhane ücretini 10 TL yapmak mümkündü.

   Yaptığımız ortak basın açıklamasında belirttiğimiz gibi: “Bu taleplerimiz, bir arkadaşımızın daha aramızdan eksilmemesi içindir! Bu taleplerimiz; çaresizliğe sürüklenen, geçinemeyen arkadaşlarımız için insanca yaşayabilmenin talepleridir! Bu taleplerimiz, ölümler üzerine kurulu bu düzen karşısında yaşam mücadelemizdir! Sadece yaşamanın değil, insanca yaşamanın talepleridir!”

   Okula KYK yaptırmaya çalışan, yapılması öğrenci direnişiyle engellenince öğrencileri adeta cezalandırıp yurtsuz bırakan bir Rektörlük mevzubahis. Bu Rektörlük; kampüse polis sokup öğrencilerinin dövülmesine neden oluyor. Sonrasında da bu duruma çok üzüldüğüne dair e-posta atıyor. Hapis cezası tehdidiyle ifade özgürlüğümüzü gasp ediyor. hak arayan bizlere karşı kamuoyunu kışkırtmaya çalışan bir Rektörlük var karşımızda. Aynı Rektörlük, dilekçelerin verilmesinin üzerinden 1 ay geçmesine rağmen hâlâ cevapsız kalmayı tercih ediyor. Taleplerimiz yanıtsız kalırken öğrenciler yurtsuzluğa, niteliksiz yemeklere ve gelmeyen ringlere muhtaç bırakılıyor. Yanıt aradığımızda ise baskılarla, tehditlerle bizi susturmaya çalışan bir atanmış Rektörlük var. Halbuki okulun kültürünü benimsemiş, öğrenci profilini iyi tanımış, seçimle başa gelen, hak edilmiş bir Rektörlük olması senaryosunda bahsettiğim zulümlerle karşılaşma olasılığı oldukça düşüktür.

   Tüm bu baskılara, susturma çabalarına rağmen dimdik karşınızdayız. Bizi içinde boğmaya çalıştığınız çirkin, sevimsiz karanlıklara; özgürlükle yanan, rengarenk ışıklar olarak geliyoruz!


Editörler: Cansu Sezen Erpolat, Ceren Deniz

Hangi ODTÜ Sırasısın?

0

Hangi fakültedesin?

Nerde yaşıyorsun?

Okula kaçta geliyorsun?

Bir hayvan olsan ne olurdun?

Hangi dizisin?

Sırada dinlemek için bir playlist seç!

Son bir soru: Kangurular mı kazanır Ankaralılar mı?

Hangi ODTÜ Sırasısın?
Ring

Hocam siz verdiğiniz cevaplara göre ring sırasısınız! Ringin içi gibi kafanızın da dolu olduğu çok belli oluyor. Entelektüel açıdan gelişmiş ve bundan gerçekten zevk alan birisiniz. Etrafınızdaki insanlara umut ışığı ve yeni bir yol umudu oluyorsunuz. Son günlerde biraz bıkkınlık gelmiş olsa da hem kendiniz için hem de yanınızdaki dostlarınız için yola devam etmeniz çok önemli. Elbette bunu da ancak hayatta zorluklar olacağını ve o zorlukları atlatmak için gereken gücün kendinizde olduğunu kabul ederek yapabilirsiniz. Sizi her gün yanımızda ve bize yol ışığı göstermek için önümüzde ring sırasında görmeyi bekliyor ve aşağıya dinlemeniz için bir playlist bırakıyoruz, keyifli dinlemeler! https://open.spotify.com/playlist/5R90bJRyfyWry9zaiq9XvF?si=kM2pO-VPTICUY25bLzQzgQ&pi=e-9qyEWYZRQneT
Yemekhane

Hocam cevaplarınıza göre siz yemekhane sırasısınız! Yemekhanedeki yemek gibi gizemli bir kişiliğiniz var. Aynı zamanda sizinle yeni tanışan insanlar sizin içinizi merakla bekliyor diyebilirim. Size tavsiyem dünden arta kalan düşünceler bırakın dünde kalsın. Çünkü bugün yepyeni bir gün ve yeni gün yeni düşünceler demektir. Umarım bir gün okul yönetimi tarafından engellenmemiş güzel bir geleceğin olur diyor ve dinlemeniz için bir playlist bırakıyoruz, keyifli dinlemeler! https://open.spotify.com/playlist/15pjOODWsRNjKszzR9NKgh?si=tdQeZokgSPK6CwCUKw0doA&pi=e-DWPNfs76TAG-
Çatı

Hocam siz verdiğiniz cevaplara göre çatı sırasısınız! Bu aralar eski halinize göre nispeten daha sakin ve dingin bir hayat yaşadığınızı söylemek mümkün. Yine de tıpkı çatı sırasının yemekhane sırasına karıştığı günlerde olduğu gibi bazen bir şeylere takıp o şeyi çok uzatıyor ve zihninizin içindeki başka sorunlarla bağdaştırıyorsunuz diyebiliriz. Lükse düşkün bir tarafınız olduğunu da asla saklamanıza gerek yok. Bazen bu zevkinizin hayat kalitenizi düşürdüğü, canınızı sıktığı da aşikar. Aynı anda birden fazla problemle mücadele etme yeteneğinizin de bu yüzden gelişmiş olabileceğini düşünüyoruz, tıpkı giriş kuyruğu, pizza kuyruğu, zeytinyağlı kuyruğu ve kasa kuyruğu aynı anda var olmasına rağmen genelde tıkır tıkır akan ve cep yakan çatı sırası gibi… Tüm bu sıralarda dinlemeniz için size bir playlist bırakıyoruz, keyifli dinlemeler! https://open.spotify.com/playlist/15pjOODWsRNjKszzR9NKgh?si=_f8TEnYETnGfEk7imAalrw&pi=e-R1TiSRG4QFqz
Otostop

Hocam siz verdiğiniz cevaplara göre otostop sırasısınız! Siz gerçek bir ODTÜ'lü, hatta ODTÜ kültürünün vücut bulmuş halisiniz diyebiliriz. Dayanışmayı özümsemişsiniz, arkadaş çevrenizdeki kurtarıcı kişi olduğunuz kesin. Tıpkı Kızılay'dan gece yarısından sonra metroyla döndüğünüzde ya da A4 yokuşuna tırmanmak DKSK antrenmanı gibi hissettirdiğinde otostop sırasının imdadımıza yetiştiği gibi herkese yetişiyorsunuz. Aynı zamanda hayatı biraz kaotik ve ana göre yaşıyorsunuz. En az otostopta sıranın ne zaman biteceği ve duran arabanın nereye gittiği kadar öngörülemezsiniz. Zaten bol bol eğleniyorsunuz, boş verin otostopa durmayan mezunlar gibi tuzu kuru insanlar tadını kaçırmasın diyor ve otostop sıralarında dinlemeniz için size bir playlist bırakıyoruz, keyifli dinlemeler! https://open.spotify.com/playlist/5PPgPv7wl6E1tDaDnQfVIu?si=fde3f6fc6cc14676
Kütüphane

Hocam siz verdiğiniz cevaplara göre kütüphane sırasısınız! Sizin için gariplik hayatın olağan bir akışı. Yanınızda, önünüzde, bulunduğunuz herhangi bir ortamda absürt bir durumla karşılaşmanız pek muhtemel. Yediğiniz binbir türlü ghostu, aldığınız yıkıcı sınav notlarını bu her garipliğe alışkın kafa yapınız hiç zorlanmadan sindiriyor. Tabii ara sıra sindirirken sorgulamayı unutmadığınız bazı günler size cehennem azabı oluyor ve geçmişe bağlı kalıyorsunuz. Bu yüzden sisifosun kayayı sürüklediği gibi bir hayat tarzı size daha çok yakışıyor. Geçmişi unutup yanımızda geleceğe doğru adımlarken kütüphane çıkışında sizi yanımızda görmeyi bekliyor ve aşağıya tam size göre bir playlist bırakıyoruz, keyifli dinlemeler! https://open.spotify.com/playlist/4IPahgO4bslieFilSpsbvq?si=33CH0AQhS7GFUDtVc5A-TA&pi=e-jq3dMuadTDGv
Çanko Belo

Hocam cevaplarınıza göre siz çanko belo sırasısınız! Siz aklınıza koyduğunuz her şeyi yapabilecek birisisiniz hocam. Şartlar ne kadar zorlu olursa olsun eğer siz bir şeye niyet ettiyseniz elinde sonunda hedefinize ulaşırsınız. Aynı zamanda dışarıdan soğuk birisi gibi dursanız bile insanlar sizi tanıdıkça aslında çok sıcakkanlı olduğunuzu anlıyorlar. Sizin hayatınıza yeni birisini almanız zaman alıyor olabilir ama o kişi sizin hayatınıza girdikten sonra onun için her şeyi yapabilirsiniz. Umarım hayatına aldığınız kişiler sizin onlara yaptığınız gibi sizin için her şeyi yapabilirler diyor ve size dinlemeniz için bir playlist bırakıyoruz, keyifli dinlemeler! https://open.spotify.com/playlist/15pjOODWsRNjKszzR9NKgh?si=wy8ZSS4MTAyvQXXjqwlGzg&pi=e-Khnk8LekSR6p

Elimizden Alınmış Bir Devrimin Hikayesi: Razan Zaitouneh, Samira Al-Khalil, Wael Hamada ve Nazem Hammadi’nin Kaçırılmasının Üzerinden Geçen On Yıl

0

9 Aralık 2013 tarihinde, gece yarısından hemen önce, maskeli kişiler Razan, Samira, Nazem ve Wael’i Suriye’nin Douma kentindeki İhlalleri Belgeleme Merkezi Ofisinden kaçırdılar ve bilgisayarlarına ve telefonlarına el koydular. Dördünün de akıbeti hâlâ bilinmiyor; bilinen en büyük şüphe bizi, silahlı Selefi bir grup olan İslam Ordusu (Ceyş-ül İslam)*’ın muhtemel fail olduğuna yönlendiriyor. Bu Selefi oluşumunun muhtemel fail olduğuna dair azımsanmayacak kadar güçlü kanıtlar bulunmakta.

İslam Ordusu’nun güvenlik görevlisi Hüseyin El Şazlı, Selefi lider Samir Kaka’nın emri üzerine Eylül 2013’ün sonlarında Razan Zaitouneh’e ölüm tehdidi yazdığını itiraf etti.

Mesajın içeriği: Bismillahirrahmanirrahim. Seni uyarıyorum, kalkıp Douma’nın dışına çıkmak için üç günün var çünkü ondan sonra seni öldüreceğim. Seni öldüreceğim, seni öldüreceğim. Seni öldüreceğim Razan Zaitouneh, seni öldüreceğim.

Al-Shazly bu bilgiyi 2014 yılında Doğu Guta’da yerel bir yargı organı tarafından tutuklandıktan sonra açıkladı. İslam Ordusu’nun kurucusu Zahran Alloush, Al-Shazly’yi hapishanede ziyaret etti ve nüfuz kullanarak Al-Shazly’nin serbest bırakılmasına yol açtı. Ek olarak Razan’ın bilgisayarına erişen kişinin o dönemde “İslam Ordusu”nda çalışan bir medya uzmanı olan Younis Al-Nasreen olduğu öğrenildi. Bunun üzerine Al-Nasreen, bu durum ortaya çıkınca sosyal medyadan kayboldu.

Genel deliller; fanatizm, yalan, kibir ve çeşitli suçlara karışma geçmişiyle Douma’da fiili otoriteye sahip olan İslam Ordusu’na karşı güçlü bir kanıt oluşturuyor. Kaçırılan kişilerin aileleri ve arkadaşları, Suriye İslam Konseyi ve Koalisyon da dahil olmak üzere çeşitli taraflardan yardım aramalarına rağmen kayıtsızlıkla veya gecikmiş yanıtlarla karşı karşıya kaldı. O dönemin siyasi ofis başkanına yazılan bir mektup ve Nisan 2015’te tahkim daveti de dahil olmak üzere, çözüm için “İslam Ordusu” ile iletişim kurma girişimleri, yerine getirilmeyen sözlerle ve yanıtsızlıklarla karşılandı.

Razan ve Smaira, Douma, Suriy, 2013

İnsan hakları avukatı ve sivil toplum aktivisti Razan Zaitouneh, İhlalleri Belgeleme Merkezi’nin yönetiminde önemli bir rol oynadı. Esad rejimi tarafından Guta 2013’te gerçekleştirilen kimyasal katliamla ilgili önemli belgeler de dahil olmak üzere ustaca rapor yazmasıyla tanınan Razan, Şam’da iki yılı aşkın bir süre tutuklanmaktan kaçarak Suriye’deki insan hakları söylemini yeniden şekillendirdi. Suriye’de dirençli bir özgürlük savunucusu olan Samira Al Kalil, 1987’den 1991’e kadar siyasi hapis cezasıyla karşı karşıya kaldı. 18 Mayıs’ta mülteci olarak Duma’ya kaçarak Şimdi Kadın Örgütü’ne katılarak kuşatmadaki zorluklar karşısında yerel kadınlara yardım etti. İnsan hakları savunucusu ve Razan’ın kocası Wael Hamada, Esad rejimi tarafından iki kez tutuklandı ve acımasız işkenceye maruz kaldı. Douma’da İhlalleri Belgeleme Merkezi’ne bilgi toplayarak ve merkezin faaliyetlerini organize ederek katkıda bulundu. Avukat, şair ve insan hakları savunucusu Nazem Hammadi,  Esad rejiminden kaçarak Şam’da iki buçuk yıl saklandı ve 2013 yılının Eylül ayı sonunda Wael ile birlikte Douma’ya kaçtı.

Fares Murad, 29 yıl hapis yattıktan sonra (1973-2003) ağır bir spondiloz hastasıydı. 2009 yılında vefat etti, 59 yaşındaydı. Sağında Samira, solunda Razan var.

Kaçırılmalarının onuncu yıl dönümünde Razan, Samira, Wael ve Nazem sadece ailelerinin ve arkadaşlarının kaybı değil, aynı zamanda insan haklarını savunan herkesin kaybıdır. Orta Doğu’da yaşayıp özgür, eşit ve laik bir ülkede yaşama hayalleri elinden alınmış, gasp edilmiş hisseden herkesin kaybıdır. Bu hikaye, tüm detaylarıyla vahşetin çeşitli tezahürlerine, gericiliğe karşı mücadelemizi temsil ediyor, bu hikaye İslamcılar tarafından kaçırılan hayalleri temsil ediyor. Razan, Samira, Wael ve Nazem dünyadaki tiranların, elbette bununla birlikte Esad rejiminin ve İslamcıların en çok korktuğu şeydi. Dini otoritenin olmadığı, eşit vatandaşlık hakkının olduğu; mezhep, etnik köken, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ayrımının olmadığı bir Suriye, hatta Orta Doğu.Onlar önce Esad’ın diktatörlüğüne ve işkence rejimine, sonra da İslam Ordusu’nun kurmaya çalıştığı teokrasiye karşı ayaklandılar. Onların bu devrimci mirasının üzerinden yüzyıl da geçse korumaya ve sürdürmeye devam edeceğiz!

Onların başından geçenleri; ailelerinin, dostlarının yaşadığı acıyı anlamak mümkün değil. Yaşadığımız çaresizlik ve baskılanma hissi, ellerimizden alınan hayaller, yarım kalmış devrimler ve özellikle her şeye rağmen karanlığa karşı aydınlığı savunmaya devam edebilmek, onların kaybını bizim kaybımız yapan ve bu hikayeleri bizim de hikayemiz haline getiren şeydir. Yüzyıllar sonra da onların hikayelerini anlatacak, unutulmamalarını sağlayacağız. Tüm Orta Doğu; Razan, Samira, Wael ve Nazem’ın hayallerindeki gibi olana kadar mücadeleye devam edeceğiz.

Ne kadar imkansız gözükse de tüm içten dileklerimle adaletin sağlanması dileğiyle.



* İslam Ordusu (Ceyş-ül İslam); ana operasyon üssü Duma olan, Suriye İç Savaşı’na 2013’te katılan İslami ve Selefi birliklerin ittifakıdır.

Kaynakça:

https://www.dw.com/en/exclusive-how-syrias-hard-line-rebels-turned-against-a-human-rights-activist/a-58270075

https://web.archive.org/web/20151002091915/http://www.reuters.com/article/2013/10/01/us-syria-crisis-jihadists-insight-idUSBRE9900RO20131001

https://aljumhuriya.net/ar/2016/12/09/36366/

https://www.internationaleonline.org/opinions/10_krk_dort_ay_ve_krk_dort_yl_6_samira_razan_wael_nazem_ve_diger_mutlak_otekiler

https://aljumhuriya.net/ar/2023/12/09/%d8%b1%d8%b2%d8%a7%d9%86-%d9%88%d8%b1%d9%81%d8%a7%d9%82%d9%87%d8%a7/

https://aljumhuriya.net/ar/2023/12/09/%d8%b9%d8%b4%d8%b1-%d8%b3%d9%86%d9%88%d8%a7%d8%aa-%d8%a7%d9%84%d9%82%d8%b5%d8%a9-%d9%85%d9%86-%d8%ac%d8%af%d9%8a%d8%af/


Çeviren: Doğa Orhan
Editörler: Elif Gülare Çakır, Sude Demirel

Işıksız Sokaklardan Aydınlık Yarınlara: 25 Kasım’a Giderken Güvenli Kampüs Mücadelesi

0

25 Kasım’ın* yaklaşmasıyla kampüste ve mahallede** yaşanan şiddet olaylarının artışı ile beraber Cinsel Tacizi Önleme Birimi (CİTÖB) ve güvenli alan tartışmaları  -özellikle pandemi sonrası- toplulukların düzenlediği etkinlikler ve alınan forumlarda daha sık gündeme gelmeye başladı. Peki pandemi öncesindeki ODTÜ’deki süreç nasıldı, CİTÖB’ün kurulmasına giden koşullar nasıl şekillenmişti? Öncelikle CİTÖB’ün bugünkü konumunu, ODTÜ Kadın ve LGBTİ+ hareketi açısından önemini anlayabilmek için bu soruların elzem olduğu kanaatindeyiz. Ancak sorulara geçmeden önce “Güvenli alan nedir?”, “Nelere çözüm sunar? “ gibi tartışmaları cevaplamakta fayda var.

Güvenli alan, yazarlarımızdan Nazlı ve Dide’nin Yalnız Değilsin: Şiddeti Önlemek İçin Anlamak isimli yazısında[1] belirttiği üzere “güvensiz bir dünyayla iletişime geçen, ona tepkiler gösterip ona karşı tedbirler alan, bir bilinmezlik ve değişim alanı” olarak veya ilk çıkış noktasından bakarak “…ezilen grupları şiddet ve tacizden uzak tutmak…” amacını taşımaktadır. Ancak bu kavramsallaştırmalara rağmen güvenli alan üzerine herhangi net bir tanım yapılamamaktadır. Öte yandan güvenli alan, kadın ve LGBTİ+’lar için bir dayanışma alanı şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu alanlar ile birlikte tehdit unsurlarının bulunmadığı, hassasiyetleri gözeten ve adı gereği içerisinde “güvenli” hissettiren çeşitli yöntemlerle, azınlık/ötekileştirilen grupların şiddete karşı güvenlik sorunu çözülmeye çalışılmıştır. Kadın ve LGBTİ+’ların bulunduğu birçok alanda bu tarz dayanışma gruplarına rastlayabiliriz. ODTÜ’de ise bunun bir örneğini 2014 yılında artan şiddet ve taciz olayları karşısında bir araya gelme ve güvende hissetme ihtiyacı için toplanan genç kadın ve LGBTİ+’ların kurduğu ‘100.Yıl ve ODTÜ’de Tacize Son’ grubu oluşturmaktadır.[2]

Güvenli Alanın Kurumsal Paydaşları:  

Yukarıda bahsedilen grubun kurulduğu yıllarda henüz kampüste CİTÖB ya da benzeri bir oluşum bulunmamaktaydı. Ancak 2011 yılından itibaren ODTÜ’deki kadın öğrenciler ve Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları, Sosyoloji gibi alanların yüksek lisans çalışmalarında bulunan akademisyenler bir araya gelerek toplantılar almaktaydı.[3] Aynı dönemde Ankara Üniversitesinde KASAUM***’un çabalarıyla kurulan CTS (Cinsel Taciz ve Cinsel Saldırıya Karşı Destek Birimi) 2011 yılında Yönetim Kurulu kararı ile “Cinsel Tacize ve Cinsel Saldırı’ya Karşı Politika Belgesi”nin üniversite tarafından kabulü ile uygulamaya koyulmuştu. [4] Bunun üzerine 2012 yılında Ankara Üniversitesi çeşitli üniversitelerden katılımcıları bir araya getirerek kampüslerde cinsel taciz ve saldırıya karşı ne yapabiliriz sorusuna bir cevap bulmak adına bir çalıştay çağrısında bulundu. Çalıştay sonrasında üniversiteler arası haberleşme ve dayanışma adına ‘Cinsel Taciz ve Saldırı İletişim Ağı’ kuruldu. Öte yandan ODTÜ’de ise çalıştayın da etkisiyle çalışmaların hızlandığı bir dönem başlamıştı.

2014 yılına gelindiğinde, sürece Öğretim Elemanları Derneği (ÖED)’de dahil oldu. Süreç içerisinde kampüste yaşanan şiddet olaylarının, akademik ve idari kadrolar, personel, öğrenciler gibi birçok grup içerisinde ortaya çıkması bir farkındalığa sebep oldu. Bu sayede taciz ve şiddet olaylarının çok boyutluluğu akademik kadrolar tarafından da görünür hale gelmişti. Öğrenciler açısından ise Boğaziçindekine benzer şekilde kadın ve LGBTİ+ öğrenci temsiliyetinin de dahil olduğu demokratik bir birim kurulması tasarlanıyordu.  Aynı yıl bu çerçeveden yola çıkarak diğer üniversitelerde tutum belgeleri incelenmiş; öğrenciler, ÖED ve akademisyenlerle tartıştırılmış ve bunun sonucunda TAHİDEB (ODTÜ Psikolojik Taciz (Mobbing), Cinsel Taciz, Ayrımcılık ve Hak İhlalleri Araştırma ve Destek Birimi) kurulması yönünde çalışmalara başlandı. Çalışmalar sonucu birimin strateji belgesi ve yönergesi hazırlanarak 2015 yılında üniversite yönetimine sunuldu. Neticede yönetim tarafından reddedilmesiyle birim kurulamadı. Başından beri sürecin içerisinde bulunan Fatma Umut Beşpınar ve Yıldız Ecevit ise ortak yazdıkları makalede bu süreci ODTÜ içerisinde tüm hak ihlalleri ve tacizi içine alan bir çalışma yapmak zaman alacaktı şeklinde yorumluyor ve bu nedenle 2015 yılının ikinci yarısında toplumsal cinsiyet eşitliği ve taciz vakaları odaklı çalışmalara yöneldiklerini ekliyor.

CİTÖB’e Giden Süreç:

TAHİDEB sürecinin kesintiye uğramasının ardından aynı yıl Türkiye’yi sarsan dehşet verici bir olay meydana gelmişti. 11 Şubat 2015 günü, gencecik bir üniversite öğrencisi okuldan evine dönerken bindiği dolmuşun şoförü tarafından katledilmişti. Bu olay ODTÜ’lü kadınlar arasında da büyük öfke ve yankı uyandırmıştı. Ardından ODTÜ’de büyük bir yürüyüş örgütlendi. Taciz, şiddet ve cinayetlerin arttığı bu ortamda aynı zamanda kadınların sokak, okul, fakülte ve işyerleri de dahil olmak üzere hiçbir yerde güvende olmadıkları görünür hâle gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine YÖK Genel Sekreterliği tarafından 25 Kasım 2015 tarihinde bütün üniversite rektörlüklerine “Yüksek Öğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi” gönderildi. Halihazırda toplumsal cinsiyet eşitliği ve taciz üzerine çalışmalara başlayan Kadın Çalışmalarındaki akademisyenler açısından bu belge önemli bir hukuki dayanak haline gelmişti.

Diğer bir taraftan genç kadınlar, kendilerine dayatılan bu koşulların karşısında mücadele vermek için bir araya gelmeye devam ediyordu. Bu mücadelenin önemli bir kısmını ise farkındalık oluşturuyordu. ODTÜ’de bulunan kadınlar da taciz ve cinsel saldırının tanımı, hukuki süreçler ve üniversitelerde cinsel tacize karşı mekanizmalar etrafında atölye ve etkinlikler düzenliyor, diğer üniversitelerde kurulan birimlerin tüzüklerini akademisyen ve öğrenciler arasında tartıştırıyor ve toplantılar düzenliyordu. Bu sırada üniversitede yaşanan bir taciz olayı sonrası ODTÜ Kadın Dayanışması 27 Nisan 2016 tarihinde rektörlük önünde nöbet başlattı. Nöbet iki talebi kapsıyordu: 1- Herkesin Bildiği Tacizci Okuldan Atılsın! 2– Taciz Önleme Birimi Kurulsun![5] Diğer yandan medya kanallarıyla süreç hızlandırılıp yayılmaya başlamıştı.

Kadın çalışmaları yüksek lisans öğrencilerini de içine alan çeşitli bölümlerdeki lisans öğrencileri, kurulacak birimin nasıl bir birim olması gerektiği, birimin öğrencilerle ilişkisinin nasıl şekilleneceği, alanda çalışan akademisyenler, psikolog, sosyolog ve öğrenci temsilcilerinden oluşan, kendisine ait odası ve bütçesi bulunan bir birim üzerinde niteliksel tartışmalara devam ettiler. Bazı tartışmalar çözüldü bazılarında ise TAHİDEB’de olduğu gibi uzlaşılamadı. Sonucunda 24 Mayıs 2016 tarihinde Üniversite Senatosu’nun CİTÖB yönerge ve politika belgesini kabul etmesiyle birim resmi olarak uygulamaya koyuldu.

CİTÖB ODTÜ’lü Kadın Ve LGBTİ+’lar için Güvenli Bir Alan Oluşturur Mu?

CİTÖB kampüs içerisinde kadın ve LGBTİ+’ların düşünce ve deneyimlerini paylaştığı bir dayanışma grubu olarak yer almasa da kampüsteki hareketin mücadelesiyle kazanılmış kurumsal bir güvenli alan daha doğrusu güvenli alanı yaratacak mekanizma olma özelliğini taşımaktadır. Öte yandan kurumsal yapıların hukuki dayanakları, toplumda şiddeti örgütleyen bir hükümet tarafından ortadan kaldırılabiliyor veya hükümetin bir temsilcisi olan atanmış rektörler tarafından işlevsiz hale getirilebiliyorlar.[6] Bahsettiğimiz iki örneklerden biri genelde uzun dönemde gerçekleşirken biri kısa dönemde gerçekleşir. Örneğin 2015 yılında tutum belgesini tüm üniversitelere gönderen YÖK, 2019’da “toplumsal değerlere uymadığı” gerekçesiyle projeyi durdurup belgeyi kendi sitesinden dahi kaldırabiliyor.[7] Öte yandan atanmış rektör CİTÖB’e bütçe ayırmayarak, engeller oluşturarak işlevsiz hale getirebiliyor.  Bu nedenle CİTÖB değerli bir kazanım ve güvenli bir kampüs için önemli bir adım olsa dahi tek başına bir çözüm oluşturmamaktadır. Örneğin CİTÖB’ün hala bir odası bulunmamaktadır. Buna ek olarak; personel sayısının az olması, psikolojik desteğin yetersiz olması, soruşturmaların dekanlığa (şimdilerde rektörlük) takılarak sonuçsuz bırakılması, sorumluluklarından biri olan cinsiyete dayalı ayrımcılığı ve homofobiye karşı çalışma yürütmemesi, farkındalık eğitimleri düzenlenmemesi gibi birçoğu bilinçli olarak oluşturulan sorunları içermekte buna karşın komisyonda bulunan birkaç akademisyenin özverisiyle ayakta kalmaya devam etmektedir. Ayrıca kampüste ışıklandırma sorunu özellikle batı yurtlarında kalan kadın ve LGBTİ+’ları tedirgin etmekte, olası şiddet ve tacizlere zemin hazırlamaktadır. Son zamanlarda ring sorunu sebebiyle otostop yönteminin daha çok tercih edilmesi ise otostop tacizlerini gün yüzüne çıkararak güvenli kampüsten ne kadar uzaklaştığımızı göstermektedir. Mahalle’de de her geçen gün artan laf atmalar, silah sesleri ve şiddet olayları yolda yürümeyi dahi zorlaştırmaktadır. 100. Yıl Taciz grupları ise aktif olarak işlememektedir.

CİTÖB’ün kazanıldığı ve taciz gruplarının oluşturulduğu dönemden bu yana her iki oluşumun da işlevsizleşmesi, aktif bir hareketin güçlenmeye devam etmeden zaman zaman sönümlenip zaman zaman ortaya çıkmasının doğal bir sonucudur. CİTÖB’ün bütçe ve personel yetersizliği sebebiyle yaygınlaştırılamamasına karşın gönüllü öğrencilerin inisiyatifiyle ve CİTÖB’de bulunan akademisyenlerden bazılarının gönüllü eğitimleriyle kurulan CİTÖB Gönüllü Ağı’nın varlığı da bu duruma bir çözüm oluşturma gayesi taşısa da tek başına yeterli olamamaktadır. Güvenli alanlar ise içerisinde dayanışma bulundurmaktadır. Bu dayanışma alanları sayesinde önemli sonuçlar elde edilse bile anlık olarak seyretmesinden dolayı alandan dışarı çıktığımızda hükümetin eşitliksiz ve ayrımcı politikalarına tek başına çözüm oluşturamaz. Karşılaştığımız taciz, şiddet ve ayrımcılık yaşamımızın her alanına sirayet ederken daha nitelikli ve kapsamlı bir mücadeleyi oluşturmalı, güvenli alanlardan kalkan mücadeleleri genişletmeli, her kesimden, her ideolojiden ve bulunduğumuz alanların her bir parçasından sesimizi yükseltmeliyiz!

Biz kadın ve LGBTİ+’lar üzerimizi saran ayrımcılık ve eşitsizliğe karşı; fakültelerde, yurtlarda ve kampüslerde taleplerimizi hep bir ağızdan haykırarak hakkımız olan kazanımlar için bir araya geldiğimiz alanlar inşa etmeliyiz. İşlevsiz CİTÖB’lerden aktif CİTÖB’lere, güvensiz mahallelerden güvenli alanlara, bize reva görülen ışıksız sokaklardan ışıklı yarınlara ancak bir arada ulaşabiliriz. Bu sebeple ortak hak ve taleplerimiz etrafında en geniş kesimlerle buluşabileceğimiz mücadele alanlarında, 25 Kasım ve 8 Mart’larda buluşalım!


*25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü

**100. Yıl İşçi Blokları Mahallesi

*** Kadın Araştırma ve Uygulama Merkezi

Kaynakça:

[1] PARALI, Nazlıcan & KOÇ, Dide. (2023). “Yalnız Değilsin: Şiddeti Önlemek için Anlamak”

[2]AKSOY, Gülşah.(2017). “ODTÜ’de de mi taciz var?”,27 Nisan 2017, Sivil Sayfalar.

[3] ECEVIT, Y.& BEŞPINAR, F.U. (2018) “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarli Bir Üniversite İkliminde Cinsel Taciz Ve Saldiriyi Önleme: Odtü Örneği”. Doğu Akdeniz Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Eğitimi Merkezi Yayını. 97-122.

[4] CANTEK, F.Ş. (2013) “Ankara Üniversitesi Cinsel Taciz ve Saldırıya Karşı Destek Birimi (CTS) Nedir?, Nasıl Çalışır?”.Mülkiye Dergisi, 37(4), 231-235.

[5] AKSOY, Gülşah.(2017). “ODTÜ’de de mi taciz var?” ,27 Nisan 2017, Sivil Sayfalar.

[6] ALTUN, Sıla. (2023) “Kadın Ve LGBTİ’ler Için Gerçek Güvenli Alanlar, Ama Nasıl?”. Ekmek ve Gül.

[7] DEMİRBİLEK, Gözde.(2017) “YÖK, ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi’ni Durdurdu.” KAOSGL. 


Editörler: Ceren Deniz, Sude Demirel

Yalnız Değilsin: Şiddeti Önlemek İçin Anlamak

1
Fotoğraf: https://ekmekvegul.net/

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken şiddeti önleyebilmek için şiddeti farklı yüzleri ile kavramak ve temel feminist kavramları tartışabileceğimiz alanlara katkı sunmak istiyoruz. Gülser Baldan’ın “Kaçış Bileti” yazısında bize hatırlattığı gibi: yalnız değiliz. Dayanışma hayatımızın her alanına sirayet ediyor; bazen varlığını bile fark etmiyoruz, bazen hayata dönmemizi sağlıyor. Yakın arkadaşımızın bir sözünde de ortaya çıkabiliyor, Kızılay’da, Taksim’de feminist gece yürüyüşünde sloganlarımız birbirine karışırken de. 

Biz kadınlar ve lubunyalar her yıl olduğu gibi bu yıl da 25 Kasım günü bütün öfkemizle ODTÜ’de ve Kızılay sokaklarında şiddete karşı ses çıkaracağız. Şiddetin farklı yüzlerini hatırlayarak Filistin’e uygulanan emperyalist şiddete Matematik bölümünün duvarında yazdığı gibi “Biz kadınlar barışta ısrarcıyız!” diyeceğiz. KYK’lerdeki cinsiyetçi uygulama ve kurallara ise “Ancak, yasaklarla savaşacağız!” diye ekleyeceğiz. Öyle ki, bu sene Zeren için, arkadaşımız Begüm için devletin “ihmallerinin” şiddetini haykıracağız. Ecem Seçkin’in katili, nefret cinayeti faili Mustafa Fidan’ın peşini asla bırakmayacağız. Gülistan Doku’suz girdiğimiz dördüncü 25 Kasım’da ismini unutturmayacağız, “Gülistan li ku ye?” diye hesap sormaktan asla vazgeçmeyeceğiz.

Bu inadımız en uzaklara ulaşırken en yakınımızı, kampüsümüzde ve mahallemizde yaşananları da unutmamak gerekiyor. Güvenli bir kampüste yaşamak için gösterdiğimiz kararlılık; sınıflardan yurtlara, eylem alanlarından ilişkilerimize uzanıyor. 25 Kasım’ı her günümüze yaymak, her alanımızı kadınlar ve lubunyalar için güvenli hale getirebilmek için şiddetle ilgili bazı temel kavramları, önleme ve vaka sonrasını konuşmak hayati önem arz ediyor.

Kadına yönelik şiddet türleri yaygın olarak cinsel, fiziksel, psikolojik ve ekonomik olarak kategorilendiriliyor. Kampüs ve mahallede maruz kaldığımız şiddeti anlamaya yönelik bir çerçeve çizdiğimiz için ekonomik şiddetten bahsetmek yerine diğer şiddet türlerini irdeleyeceğiz. Hetero-patriyarkal sistem içinde toplumsal rollerin cinsiyetlendirilmesi, bu cinsiyetlendirmenin hiyerarşisi (toplumsal cinsiyet eşitsizliği) ve bunun yol açtığı sömürü, kadınların ve lubunyaların maruz kaldıkları şiddete yapısal bir karakter verir. Aynı zamanda, bu yapısal karakterdeki şiddet edimlerini tanımlarken kadınların ve lubunyaların da sistem içinde şiddet pratiklerini yeniden üretebileceğinin unutulmaması gerekir. Şiddeti bireysel failler üzerinden değil, patriyarkaya içkin bir olgu olarak ele almak; bu noktada hep birlikte paylaştığımız alanlardaki şiddet yaratabilecek pratikleri gözden geçirdiğimiz, birlikte öğrendiğimiz ve dönüştüğümüz bir yaklaşıma işaret eder.*

Okuduğumuz feminist kuramlardan ve dayanışma içerisinde olduğumuz, yıllar içerisinde beraber hareket ederek feminist pratikleri öğrendiğimiz kuruluşlardan edindiğimiz bilgiler ile sizin için literatürden bazı tanımları derledik.

Rıza

Rızanın ne olduğu ve ne zaman verilebileceği cinsel ilişki ve saldırı arasındaki farkı belirlediği için rıza kavramını açıklayarak başlayacağız. Rıza ya da onay, kişinin yaşayacağı bir cinsel eylemi gerçekleştirme isteğini özgür iradesini etkileyecek herhangi bir alkol, uyuşturucu, şantaj, tehdit ve şiddet durumu olmaksızın coşkulu bir biçimde sözlü ya da fiziksel olarak ifade etmesidir. Rıza, her bir eylem için ayrıca alınmalıdır. Bir eyleme rıza vermek bir başka eyleme de verileceği anlamına gelmez. Sessizlik onay değildir, baskı altında söylenmiş ‘evet’ onay değildir, kişinin cinsel eylem esnasından belirli bir zaman önce dile getirdiği istek onay değildir. Cinsel eylemin ‘yaşandığı sırada’ onay alınmamış edimler cinsel şiddet potansiyeli taşır. Rızanın sürekliliği esastır. Belirli bir vakitte verilen coşkulu onay, başka bir zamanda yapılan aynı ya da benzer bir eylemi kapsamaz. Her seferinde tekrardan onay alınmalıdır. Bu yüzden karşılıklı gönüllü anlaşma dışında her bir yeni eylem yapılacağı zaman, bu eylemi yapan kişinin karşı tarafın coşkulu onayından emin olması gerekir. Onayın verilebilmesi için hem eylemin kapsamı hem de eylemin sonuçları hakkında bilgi sahibi olmak gereklidir. Rıza, eyleme verilen onay sonrası -eylem sırasında da olmak üzere- her zaman geri alınabilir. Yetişkin bir bireyin 18 yaşının altında birinden aldığı onay, rıza sayılamaz.

Rıza İnşası

Rıza inşası, rızası alınacak kişinin kararsızlık ya da reddetme durumlarının fiziksel zorlama dışında, sosyal ve psikolojik yöntemlerle onaya çevrilmesidir. Bu sosyal ve psikolojik yöntemler; ısrar, manipülasyon, duygusal ya da fiziksel tehditler, duygusal baskılar, kaygıyı azaltmaya ve eylemin normal olduğuna yönelik konuşmalar olabilir. Örnek olarak, onay alamamaya karşı terk etme ya da intihar düşünceleri ile cevap vermek, duygusal tehdit oluşturur. Karşı tarafın bu tehditler karşısında bahsi geçen eyleme onay vermesi rıza inşasıdır. Rıza inşasıyla verilen onay, sağlıklı bir psikolojik ve sosyal durumda verilen coşkulu bir onay olmadığından rıza değildir.

Cinsel Taciz

ODTÜ’de bulunan Cinsel Tacizi Önleme Birimi (CİTÖB) ’ne göre “Cinsel taciz, kişiyle vücut teması bulunmadan yapılan ve rızaya dayalı olmayan, cinsel içerikli söz, tavır ve diğer davranış biçimleri olarak tanımlanmaktadır.” CİTÖB, kampüste sıkça karşılaştıkları üç taciz türünden bahseder: misilleme, ısrarlı takip ve ödüllendirme vaadi. Israrlı takip Türk Ceza Kanunu’na göre de suç teşkil eder. 2022 yılında uzun zamandır verilen çeşitli feminist, kadın ve LGBTİ+ mücadelelerinin ortak bir kazanımı olarak Türk Ceza Kanunu’nda 123/A maddesiyle yerini almıştır. 

Cinsel Saldırı ve Şiddet

Cinsel saldırı, “rızaya dayalı olmayan cinsel içerikli fiziksel bir davranış yoluyla vücut dokunulmazlığının ihlal edilmesi” olarak tanımlanır. Cinselliğin kişiyi kontrol etmek, aşağılamak ya da cezalandırmak için şiddet aracı olarak kullanılması cinsel şiddettir. Alkollüyken rıza alınıp verilemeyeceği gibi sarhoş kişi araba kazasında davranışlarından nasıl sorumluysa cinsel içerikli fiziksel ve fiziksel olmayan davranışlarından da o derece sorumludur. Güvenli cinsel ilişkiyi riske atmak da cinsel saldırı kapsamına girer. Cinsel ilişki esnasında prezervatifi çıkarmak, kullanmamak için ısrar etmek ve prezervatife bilinçli olarak zarar vermek gibi davranışlar buna örnektir. Evli olmak ya da herhangi bir romantik ilişkilenme içinde olmak partnerimize cinsel ilişki için rıza verdiğimiz anlamına gelmez. İlişki içerisinde yaşanan cinsel şiddet, karmaşık bir dinamik içerisinde uzun süreli rıza inşasına maruz kalmış olabileceğimizden dolayı partnerimiz olmayan birinin uygulayacağı cinsel şiddete kıyasla daha az görünür olabilir.

Fiziksel Şiddet

Bedensel gücün; aşağılamak, korkutmak, tehdit etmek, zarar vermek ya da cezalandırmak amacıyla şiddet için kullanılması fiziksel şiddettir. Fiziksel şiddet, yumruk atmaktan bilek sıkmaya herhangi bir çeşit fiziksel teması içerir. Fiziksel üstünlük kullanarak korkutmak ve sindirmek; örneğin bağırmak, bir ortamdan ayrılmaya izin vermemek de bedensel güç kullanarak uygulanan şiddet biçimlerindendir. Herhangi bir ilişkilenme içerisinde bulunduğumuz partnerimiz ile tartışma/kavga sırasında partnerimiz tarafından itilmek, çevreye zarar verilerek korkutulmak, üzerimize kapı çarpılması ve eşya fırlatılması da üzerimizde fiziksel üstünlük kurulmaya çalışılmasından dolayı fiziksel şiddettir. Fiziksel şiddet de yaşanan ilişki içerisinde anlaşılması zor ve karmaşık olabilir. Fiziksel şiddet davranışları ilişki içerisinde sindirilmiş ve normalleştirilmiş olsa bile bu şiddet oldukları gerçeğini değiştirmez. Faile karşı yapılan herhangi bir hata şiddeti aklamaz, haklı çıkarmaz. Şiddet, hiçbir koşulda meşru bir cezalandırma yöntemi olarak görülemez. 

Psikolojik Şiddet

Psikolojik şiddet, diğer şiddet türlerine göre daha örtük olabilse de şiddete uğrayan bireydeki fiziksel ve psikolojik belirtiler açıkça görülebilir. Kişinin duygusal ihtiyaçlarının; onu kontrol etmek, aşağılamak, tedirgin etmek, zarar vermek ya da cezalandırmak için kullanılması psikolojik şiddeti oluşturur. Psikolojik şiddet bilişsel faaliyetlerimize etki ederek hayatımızın farklı alanlarında sosyal, mental ve fiziksel anlamda bize zarar verebilir. İlişki içerisinde uzun süre devam ettirilen psikolojik şiddetin göstergelerinden biri kendimize güvenimizin ve saygımızın yıkılmış olmasıdır. Psikolojik şiddetin farklı türleriyle ilgili daha detaylı bilgi için Ece Özbay’ın “Görünmez Şiddet: Duygusal İstismar” yazısını okuyarak yalnızlaştırma, stashing, ghosting, zombieing, breadcrumbing, cushioning, gaslighting, aşırı kıskançlık ve mobbing kavramları hakkında daha detaylı bilgi edinebilirsiniz.

Fail Aklayıcılık ve Mağdur Suçlayıcılık

Mağdur suçlayıcılığın sadece haber başlıklarındaki izdüşümlerine bile değinsek sayfalarca sürebilirdi. Neyse ki ana akım medya; feminist hareket, kadın ve LGBTİ+ hareketleri sayesinde cinsel şiddet ve kadın cinayetlerinin haber dili konusunda 2000’lerin başına göre uzun bir yol katetti. Fail aklama ve mağduru suçlamanın ODTÜ içerisindeki sıkça rastlanan yansıması ise kendini faille tanışık veya yakın olan kişilerin tepkilerinde açık ediyor. Mağdur suçlayıcılık temel olarak şiddete maruz kalan kişileri şiddet için sorumlu tutmaktır. Bunun yanında davranışın şiddet olduğunun inkarını ve savunusunu da içerir. Bir beyanla ya da ifşayla karşılaştığımızda kendimize ilk sormamız gereken soru, beyanı veren kişinin güvende olup olmadığıdır. Beyan veren kişiye şüpheyle yaklaşmak ya da sorgulayıcı tavırlar sergilemek, hâlihazırda zor olan beyan verme sürecini ekstra zorlaştırabilen etkenlerdir. Eril hukuk düzeni ve şiddeti yok sayan toplumsal normlar içerisinde yaşıyor olduğumuz bir gerçek. Bu sebeple, beyan verene şüpheci yaklaşmak ve ona karşı işlenen suçu kanıtlamasını beklemek yerine failin suçsuz ise suçsuzluğunu kanıtlamasını beklememiz gerekir. Bu sistem içerisinde beyan vereni koruyabilmemizin tek yolu budur. Şiddete maruz kalan hiçbir kadın ve hiçbir lubunya bu şiddeti hak etmez. İçselleştirdiğimiz genel ahlak kurallarından dolayı bir kişinin direkt şiddeti hak ettiğini düşünmesek bile, şiddetten yeterince kaçınmadığı ve buna benzer imalarımız olabilir. Böyle durumlarda fikirlerimizi gözden geçirmemiz gerekir çünkü hepimiz biliyoruz ki fail olmadan şiddet olmaz. Bu şiddetin sorumluluğunun binde birini bile şiddete maruz kalan kişiye yükleyemeyiz. Üstelik çoğu beyan veren kişi, hâlihazırda içselleştirilmiş bir suçluluk hissiyle başa çıkmaya çalıştığı için bu yönde en ufak bir davranışınızı dahi fark edeceklerdir. Beyanları önemsememek, faillerle iletişime devam etmek, tacizi olduğundan küçük göstermeye çalışmak da fail aklamaya girer. Bütün bu mağdur suçlayıcı davranışlar, kadınları ve lubunyaları yıpratarak yaşadıkları şiddetle ilgili daha sonrasında sessiz kalmayı tercih etmelerine neden olabilir. Bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini de hepimiz biliyoruz. Yıllardır Türkiye’de feminist hareketin “Beyan esastır.” ilkesini anlatması tesadüf değildir.

Rıza Kültürü

Şiddetten beslenen ve onu aklayan bir kültürün yerine rıza kültürünü koymak feminist yazında önerilir. Rıza kültürü; kişilerin bedensel otonomilerine ve sınırlarına saygı duymamız, karşılıklı rızayı günlük hayatımızın bir parçası haline getirmemizdir, ancak bununla da kalmaz. Arzunun rıza göstergesi olmadığını tanımak da rıza kültürüdür. Cinsel taciz ve saldırıdan bahsederken sadece faillerin bireysel hareketlerinden bahsetmediğimizi bilmek, patriyarkal sistemin uzantısı tecavüz kültürüyle her yerde mücadele etmek de rıza kültürüdür. Patriyarka, cishetero erkekleri egemen ve diğer bedenler üzerinde hak sahibi kılar, geri kalanımızın bu dinamikte iktidar devşirmesi gerekir. Romantik ve romantik olmayan ilişkilerimizi bir hakimiyet alanına dönüştürür ve böylece cinsel şiddet toplumsal olarak da türer. ODTÜ 8. Yurt öğrencileri tarafından “Geleneksel Abaza Yürüşü” adı altında yapılan tacizden, faillerin hukuk sistemi tarafından cezasız bırakılmasına kadar uzanır. Günlük hayatta kendini mağdur suçlayıcılık, body-shaming, slut-shaming ve cinsiyetçi küfürlerin kullanımı gibi yollarla ortaya çıkan bu kültürün yerine rıza temelli, sınırlara ve birbirimize saygı duyduğumuz bir kültürü inşa etmek şiddetle mücadele etmenin bir ayağıdır. Karşılıklı onayı günlük pratik haline getirmek her zaman kolay olmasa da sık tekrarlarla karşılıklı rızayı ve bunun iletişimini bir refleks haline getirmek işe yarayabilir. Mesela, başkalarına sarılmadan önce izin almak ya da çocukları öpmeden önce isteyip istemediklerini sormak bu pratiği kazanma yolunda ilk adım olabilir.

Güvenli Alan

Güvenli alan kavramı, feminist, queer ve insan hakları gibi hareketler içinde özneleri (hareketin öznelerini ya da genel olarak ezilen grupları) şiddet ve tacizden uzak tutmak için ortaya çıktı. Heather Rosenfeld ve Elsa Noterman güvenli alanı katı ve değişmez bir yapı olarak ele almaktansa “güvensiz bir dünyayla iletişime geçen, ona tepkiler gösterip ona karşı tedbirler alan, bir bilinmezlik ve değişim alanı” olarak yeniden kavramsallaştırır. Bu kavramsallaştırmayı izleyerek biz de kampüsümüzü, sınıflarımızı, topluluklarımızı cinsel, fiziksel ve psikolojik şiddeti gören, tepki gösteren ve ona karşı tedbirler alan yerlere nasıl dönüştürebileceğimizi düşünebiliriz. Kampüs ölçeğinde düşündüğümüzde Cinsel Tacizi Önleme Birimi’nin okuldaki güvenli alanın yapı taşlarından biri olduğu kesin. Bunun dışında, diğer üniversitelerde olduğu gibi ODTÜ’de feminist, kadın ve LGBTİ+ hareketini sahiplenen topluluklar ve dayanışmalar var. Şiddetin adını koymaktan şiddete maruz kalan kişinin güvenliğini sağlamaya, failin özeleştirisini almaya farklı tedbir mekanizmaları işletiyorlar. Şiddetin normalleşmemesi için tepkisiz kalınmaması da güvenli alanın özelliklerindendir. Faillerin yaptığı şeyin şiddet olduğunu kabul edip sorumluluk alması ve bu sorumlulukla kendini değiştirmesi şiddete maruz kalmış kişilerin tekrardan güvende hissetmesi için önemli olduğu kadar failin aynı şiddeti sürdürmesini engellemek için de gereklidir. Şiddet uyguladığınıza dair bir beyanla karşılaşırsanız neler yapabileceğinize dair öneriler için Özge Karlık ve Bilhan Gözcü’nün Türkçeye uyarladığı “Şiddet Uyguladığına Dair Bir Beyanla Karşılaşanlara 10 Öneri” başlıklı yazısına göz atabilirsiniz. Eğer fail sorumluluk almıyorsa, dönüşüm için çaba harcamıyorsa ve içinde bulunduğumuz alanların güvenliğini tehdit ediyorsa yaptırımlar uygulanır. CİTÖB, kendilerine ulaşan beyanları ilgili fakültelere ulaştırarak akademik yaptırım kararlarının alınması için gerekli işlemleri başlatır. 

Yazımızın sonuna gelirken; şiddete dair okuduğumuz ve paylaştığımız her şeyin kolektif feminist bilincimizi yükseltmek adına var olduğunu, bu ortak bilincin çevresinde dayanışmamızı güçlendirdiğimizi ve birbirimizle dayanıştığımız her an yalnız olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Bu gibi yazıları okumak bazı zamanlar zor olsa da öğrendiğimiz her şey bizi sindirmek yerine güçlendirecek ve dayanışmamızı büyütmemiz adına bize destek olacaktır. Ne kadar bizi hayal kırıklığına uğratan insan, kurum ve kuruluş, hukuki sonuçlandırma olursa olsun, bizi yaşatacak asıl şey her zaman dayanışma eli uzatacak birinin varlığıdır. Dayanışmaya olan inancınızı ve yaşamaya dair umutlarınızı yitirmeyin. Bu yazının kendini yalnız hisseden bütün kadın ve lubunyalara bir mektup olarak arşivde kalmasını istiyoruz. Her neyin üstesinden gelmeye çalışıyorsanız tek başınıza mücadele etmek zorunda olmadığınızı, ulaşabileceğiniz kurum ve kişiler olduğunu hatırlamanızı isteriz. 

Yaşam olduğu sürece umut vardır.

Dayanışma ve sevgiyle kalın.


* Bu, bireylerin kendi davranışlarından sorumlu olduğunu değiştirmez. Failleri sorumlu tutmayan bir çerçeveyi değil, kadınlara ve lubunyalara şiddetin kendini yasladığı toplumsal bağlamı görmeyi öneriyoruz. Toplumsal cinsiyet bağlamında şiddet bir anomali değil ve faillik mutlak bir kötülükten gelmiyor. Bu şekilde, güvendiğimiz bir arkadaşımızın olası bir failliğini duyduğumuzda “Ben tanırım, o yapmaz.” benzeri tepkilerdense şiddete maruz kalmış kişilerle dayanışmaya başlayabiliriz.

Kaynakça

Azeri, H. (2021, Ağustos). “Mağdur” Suçlayıcılık. Feminist Bellek. https://feministbellek.org/magdur-suclayicilik/

Baldan, G. (2023, Kasım). Kaçış Bileti. Yaz Hocam. https://yazhocam.com/genel/kacis-bileti/

Karlık, Ö. & Gözcü, B. (2017, Aralık). Şiddet Uyguladığına Dair Bir Beyanla Karşılaşanlara 10 Öneri. Bianet. https://bianet.org/yazi/siddet-uyguladigina-dair-bir-beyanla-karsilasanlara-10-oneri-192613

Meşeli, P. (2021, Ocak). Rıza. Feminist Bellek. https://feministbellek.org/riza/

Mor Çatı. (n.d.). Şiddet Biçimleri. https://morcati.org.tr/siddet-bicimleri/

ODTÜ Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Destekleme ve Tacizi Önleme Birimi. (2017, Aralık). Cinsel Taciz ve Saldırıya İlişkin Tanım ve İlkeler. https://citob.metu.edu.tr/cinsel-taciz-ve-saldiriya-iliskin-tanimlar

Özbay, E. (2021, Kasım). Görünmez Şiddet: Duygusal İstismar. Yaz Hocam. https://yazhocam.com/one-cikanlar/gorunmez-siddetduygusal-istismar/

The Roestone Collective. (2014). Safe Space: Towards a Reconceptualization. Antipode, 46, pages 1346–1365, doi: 10.1111/anti.12089

Sivil Sayfalar. (n.d.). Rıza İnşası. https://www.sivilsayfalar.org/sozluk/riza-insasi/


Editörler: Cansu Sezen Erpolat, İlayda Karademir

ODTÜ Barınma Sorunu Sebebi 2019 Kavaklık Direnişi Yüzünden mi?

0

Türkiye’de gerek politik gerek bürokratik olarak yerleşmiş oldukça ilginç gelenekler var. Bunlardan en belirgin olanı ise bir sorun yaratarak o sorun vasıtasıyla birçok hata ve beceriksizliği örtbas etmektir. Türkiye siyasetinde yaratılan sorun, dış mihraklar ve onların nifak tohumu eken iç mihrakları olurken ODTÜ’de bu sorun, rektörlük dışında herkes olabilir fakat hiçbir zaman kayyım Verşan Kök ve işbirlikçileri olmaz. Bu tutumun bir örneğini de geçtiğimiz gün 13. Yurt’ta kalan depremzedelerin yaşam koşullarının kötüleştirilmesi ile ilgili tepkilerin yoğunlaşması üzerine rektörlük tarafından gönderilen e-postada gördük. Bu e-postanın içeriğinde her şeyin kusursuz yapıldığını belirterek bir kez daha sorumluluktan kaçınmış ve bir iktidar geleneği olarak mağdur edebiyatına başvurulmuştur. Bununla beraber yaşanan sorunu konunun özünden saptırarak okulun “nifak tohumu eken iç mihrakları” suçlanmıştır. Verşan Kök’ün e-postada bahsettiği 2019 yılında yurt yapılmasına karşı çıkan malum (!) kişilerden biri olarak hesap vermeye değil hesap sormaya geldim. Gelin sizlere “mevzu bahis yurda karşı çıkmak” olarak lanse edilen Kavaklık Direnişi’nin yıllar geçmesine rağmen neden hâlâ biricik Verşan Kök ve işbirlikçilerini rahatsız ettiğini ve bu meselenin gerçek yüzünü anlatayım.

Kavaklık Direnişi Yurt Yapılmasına Mı Karşıydı?

Elbette ki hayır. Barınma sorunu olduğu gerçeğini kimse reddetmedi ve hatta o dönemde başka oluşumlar tarafından yapılan birçok çalışmanın yanısıra bizler Kavaklık İnisiyatifi olarak da küçük düzeyde bir seferberlik oluşturuldu. Evini geçici olarak ODTÜ öğrencilerine açabilecek kişiler ile açıkta kalan öğrencileri buluşturmaya yönelik çabamız oldu. Biz, 2019 yılında yurt yapılmasına karşı olan malum (!) kişiler olarak yurdun okulun içinde tamamen okuldan bağımsız bir yönetime, KYK yönetimine devredilmesine ve yurt yapılmasının ötesinde amaçlar taşıyan bu projeye karşı çıktık. Nitekim bahsedilen “yurt” kocaman bir kompleks olarak tasarlandı. Bu tasarımda 4000 kişilik barınma alanı yanında konferans salonları gibi barınma ile hiçbir ilgisi olmayan yapılar da yer alacaktı. Bu yurt tamamen Gençlik ve Spor Bakanlığı Kredi Yurtlar Kurumu’na bağlı bir kompleks olacaktı. Bu yurda alınacak olan öğrenciler ise kurumun diğer tüm yurtlarında olduğu gibi KYK tarafından belirlenecekti. Yine bu yurtlarda kalanların barınma koşullarını ve barınmaya devam etme durumunu KYK kontrol edecekti. Yalnızca muhalif olduğu için, LGBTİ+ olduğu için yurtlardan atılan öğrenciler olduğunu göz önünde bulundurursak bunun bizler için ne anlam ifade ettiğini derinlemesine anlatmaya dahi gerek duymuyorum.

  Öte yandan kurulacak kompleks içindeki konferans salonlarının ne tür bir ihtiyaç karşılacağını, KKM’nin ne güne durduğunu da konuşmak gerekiyor. Halbuki bu denli elzem olan bir barınma sorunu varken projeye neden KYK’nın yöneteceği konferans salonu eklendi? Bunun kaplayacağı alanı daha fazla barınma alanı oluşturmak için kullanamaz mıydık? Bu soruların cevabı tabii ki hayır. Eğer mesele barınma sorununu çözmek olsaydı oraya bir kompleks değil yurt yapılırdı çünkü 2017 yılında KYK yurtlarında “bekarlık çıkmaz sokak sen evlenmeye bak!” sloganı ile yapılan “evliliğe hazırlık okulu”, KYK yönetimindeki bir konferans salonu olmazsa yapılamazdı. Dolayısıyla kayyım Verşan Kök’ün e-postada “yapılmaması barınma sorunu yarattığı” dediği yurt aslında KYK’nın yapmak istediği ve okulumuzun sosyal, demokratik geleneğini zedelemek isteyen bir truva atı projesinden başka bir şey değildi. Bizler her defasında hem Verşan Kök ve işbirlikçileriyle yaptığımız toplantılarda hem de konuştuğumuz her alanda yönetiminin ODTÜ’de olacağı bir yurt yapılması gerektiğini dile getirdik. Yani biz 2019 yılında yurda karşı çıkmış ve dolayısıyla barınma sorunu yaratmış malum (!) kişiler değil barınma sorununun ODTÜ tarihinden bu yana yapıldığı gibi yurdun kim tarafından yapılacağı fark etmeksizin yönetiminin ODTÜ’ye devredileceği şekilde yapılması gerektiğini savunan ODTÜ bileşenleriydik.

  Ayrıca son zamanlarda KYK yurtlarında arkadaşlarımızı ihmaller sonucu kaybederken aslında bu yurdu ODTÜ bileşenleri olarak neden istemediğimiz bir kere daha anlaşılmıştır. Bizler gelenekleşmiş demokratik bir usul olarak yurtlarımızda yaşanan sorunları okul içinde çözmeye çalışırken eğer KYK yönetiminde bir yurt olsaydı bunu hiçbir demokratik usul ile çözemiyor olacaktık. KYK yurtlarının niteliksizliğini, beslenme ve barınma ihtiyaçlarını hem ekonomik konjonktüre uymayan usullerle hem de sağlık koşullarında yetersizliklerle barınma ihtiyacını karşılamadığını, yaratılan ortamın güvensizliğinin de arkadaşlarımızı kaybetmemize yol açtığını artık hepimiz biliyoruz. Bu yüzden sanki çok matah bir yurt olacakmış gibi buna karşı çıkmış her kişiyi ve kurumu ODTÜ’den yabancılaştırarak barınma sorununa bizler sebep vermişiz gibi göstermek abesle iştigal etmektir. O yüzden hesap vermenin ötesinde hesap soruyoruz! Hiçbir güvenliği olmayan ve arkadaşlarımızın ölmüne sebep olan KYK yurtlarına ODTÜ öğrencilerini emanet etmeyi barınma sorununu çözmek mi sanıyorsunuz? Madem amacınız barınma sorununu çözmekti başta ODTÜ Mezunları Derneği olmak üzere birçok kurum, kuruluş ve kişi bu yurdu yapmayı teklif etmişken neden kabul etmeyip illa KYK’nın yapmasını istediniz? Bu ısrarınızın sebebi KYK yani iktidar ile maddi ve manevi bir çıkar ortaklığınız mı olması mıydı? Malum kişiler diye öcüleştirdiğiniz malum (!) kişilerden biri olarak, en önemlisi ise bir ODTÜ öğrencisi olarak, kayyım rektörün meşruiyetinin dahi olmadığı o koltukta oturarak bizlere parmak sallama haddinde olamayacağını, daha birkaç ay önce yuhalandığı için kaçmak zorunda kaldığı mezuniyette bizim rektörümüz olamayacağını, okulun hiçbir alanına “protesto edilirim” korkusuyla güvenlik olmadan giremeyeceğini şu iki dönemlik atanmışlık sürecinde yeterince anlattığımızı düşünüyorum. Hesap vermesi gereken biz değiliz, Verşan Kök ve işbirlikçileridir ve biz ODTÜ bileşenleri olarak hesap sorduk, soruyoruz ve sormaya da devam edeceğiz. Nasıl ki Hasan Tan, ODTÜ tarihinin karanlık tozlu sayfalarındaysa aynı şekilde ODTÜ’nün sosyal, demokratik ortamını yok etmek isteyen kayyım Verşan Kök de aynı tozlu sayfalarda toz olup gidecektir.  

Neden Kavaklık’a Yurt Yapılmaması Savunuldu? 

Kavak ağacı, kapitalist sistemin yasallığında ticari amaçlı bir ağaç olarak geçmektedir. Bunun doğru bir olgu olup olmamasını başka tartışmalara bırakarak Kavaklık’ın ticari bir alan olmadığını ifade etmek gerekir. Her ne kadar alanda bulunan ağaçlar geçmişte bunun için dikilmiş olsa da onlarca yıl kendi haline bırakıldığından çok zengin bir flora ve faunası bulunmaktaydı. Bu tespitleri elbette sadece gözle gördüğümüzle ifade etmiyoruz. Bu tespitleri, okulumuz hocaları ve öğrencileri tarafından Kavaklık üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ve ekoloji alanında uzun yıllardır çalışan Kırsal Çevre Derneği gibi kurumlarla yapılan sayım çalışmaları sonucu ortaya koyuldu.

  İlk olarak Kavaklık’ta yapılan sayımlarda okulun 8 Temmuz 2019’da gönderdiği e-postada belirttiği gibi 300-400 ağaç değil yeni yeşeren fideler ve çalı türleri dahil edilmeksizin tam olarak 2801 ağaç bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu ağaçların bazılarının gövde çevresinin 1 metreyi aştığı ayrıca 75 farklı tür otsu bitki bulunduğu da saptanmıştır. Bu sebeple 40.000 metrekare alana sahip olan Kavaklık boş bir arazi değil bir ekosistemdir. Bu alanda yapılan keşifler sonucunda endemik bir adaçayı türü olan Salvia Cryptantha tespit edilmiştir. Ayrıca yine aynı keşiflerde Orta Anadolu’da nadir görülen bir orkide türü olan Cephalenthera Damasonium da tespit edilmiştir. Bu iki bitki türü ODTÜ’de yalnızca Kavaklık’ta saptanmıştır. Ayrıca yapılan kuş gözlemlerinde Kavaklık’ta yaşayan 27 farklı kuş türü de tespit edilmiştir. Bununla birlikte direniş alanında çadırda nöbet tuttuğumuz dönemde bizleri evinde istemediğini belirtmek için ayakkabılarımızı parçalayan bir tilki olduğunu da orada en azından bir gece nöbet tutmuş herkes hatırlayacaktır. Bütün bunlarla birlikte orada yaşayan kirpiler, fareler, salyangozlar, yılanlar ve onlarca başka canlı olduğunun da altınız çizmek gerekir. Fakat ne yazık ki aylarca bu alanı korumaya çalışmamıza karşın 8 Temmuz 2019 günü kayyım Verşan Kök okula 5000 polis (ODTÜ iç hizmetlerinin verdiği sayı) sokarak bizleri şiddet ve zor kullanma yoluyla alandan uzaklaştırdı ve bütün önleme çabalarımıza rağmen endemik bitki türlerinin ve onca doğal yaşamın olduğu Kavaklık birkaç saatte yerle bir edildi. Yine de yılmadık ve mücadelemize devam ettik. Sonrasında zaten yapılan işlemlerin hukuksuz olduğu anlaşılmış, intifa hakkının ODTÜ tüzel kişisinde değil ODTÜ Geliştirme Vakfı’nda olduğu ortaya çıkmış ve oraya herhangi bir inşaat yapılamamıştır. Daha sonrasında orada bulunan malum kişiler olarak sloganımızı değiştirdik ve artık kesilen ağaçların köklerini yeşerteceğimizi haykırdık. Nitekim onca yıldan sonra herkesi TÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü’nün hemen yanında (Google Haritalar’a ODTÜ Kavaklık yazarak da ulaşabilirsiniz) bulunan Kavaklık’a bir yürüyüş yapmasını ve söz verdiğimiz gibi kesilen kavakları köklerinden yeşerttiğimize şahit olmasını dilerim. Bizler bu yüzden oraya herhangi bir yapılaşmanın yapılmasına karşı çıktık.

Kim Kimden Hesap Soruyor?

Bütün bu anlattıklarımı bir teraziye oturttuğumuzda şu soru ortaya çıkıyor: “Kim kimden hesap soruyor?”. 2019’da Kavaklık’ta yapılan, kayyım Verşan Kök’ün imzasının bulunduğu bir doğa suçudur. Kayyım Verşan Kök, belki o dönemi yaşamamış arkadaşlarımızın olduğu yanılgısına kapılarak sanki masum bir yurt projesiymiş gibi lanse etmek istemiş olabilir ve bizleri yıllardır geçmeyen yürek acısıyla suçlamak istemiş olabilir lakin tarih hiçbir suçu affetmeyecektir. Burada hesap soracak meşru tek bir taraf vardır o da ODTÜ bileşenleridir. 2019 yılında okulumuzun tarihine, geleneğine, doğasına karşı işlenmiş bir suç karşısında hesap verecek tek mercii bu okulda meşruiyeti olmayan iktidar piyonu Verşan Kök ve işbirlikçileridir. Bizler yani ODTÜ bileşenleri şayet bir yanlış yaparsak kayyım Verşan Kök ve işbirlikçilerinin aksine özeleştirel bir tavır içerisinde olmaktan asla geri durmayız. Nitekim bu okul ve bu okula sahip çıkma geleneği ‘68 ODTÜ devrimci hareketinden,  Sinan Cemgillerden bizlere emanettir ve siz Hasan Tanlara bu okulu ve geleneğini yok ettirme hazzını yaşatmayacağız!


Editörler: Ece Özbay, İlayda Karademir